Biyografi türünün önemli yazarlarından Avusturyalı Stefan Zweig, Marie Antoinnette karakterini, “Vasat Bir Karakterin Portresi” başlığıyla ele almıştı. O’na göre şiddetin kurbanından duyduğu korku, kurbanın şiddetten duyduğundan daha büyük olmaktaydı. Ele aldığı eserde, zoraki bir kahramanlık trajedisini, daha çok sezgilerine güvenerek ele aldı. Yaşamıyla modanın bile ikonlarından biri olmuş, günümüzden epeyce önce yaşayan Fransa Kraliçesi Marie Antoinette’ı farklı bir şekilde ele alan başka bir kitap daha yayınlandı bugünlerde. Bu kez farklı türden sorulara kapı aralayan bir yapıt: Cécıle Berly’in kaleme aldığı “Marie Antoniette” kitabı… Evet, bu kez farklı dedik, zira Antoniette yazını, genelde efsanelere, kötü betimlemelere dayanan ve onu savurganlık ile yozluğun birer simgesi haline getiren söylencelerle yüklüydü daha çok. Bir bakıma devrim, anti tezini yaratmıştı. Madem devrim kötülüğe ve savurganlığa savaş açmıştı, o zaman bunu simgeleyen esaslı bir figüre, şeytana da pekala ihtiyacı vardı. Bir kraliçe üzerinden türlü kötü nitelemeler yapıldı. Üstelik bunların büyük kısmı günümüze de miras kaldı. Bu nedenle tarihi gerçekliğe sadık kalarak bir bakıma sapı samandan, gerçeği fanteziden, mantığı duygudan, makulü imkânsızdan ustalıkla ayırmak gerekiyordu ve tarihçi Cécıle Berly’ın kitabını okuduğumuzda görüyoruz ki, bu zor yolu bir hayli kat ediyor…
Canavarlaştırılan Bir Figür…
Kronik Yayınları tarafından bu ay yayınlanan kitap, duru ve akıcı bir çeviri ile Ayşen Sarı tarafından dilimize kazandırılmış. Kitap, okumayı oldukça kolaylaştıran “başlıklar” ve sonundaki “seçilmiş kaynakça” ile daha da derinlikli araştırma yapmak isteyenlere iyi bir yol gösteriyor. Marie Antoniette’ın dünya yaşama sanatındaki etkilerinden, amatör çobanlığına, bahçe tasarımından, aydın bir anneye kadar konuyu anlaşılır kılan özet başlıklarla sade bir yöntem izlenerek konuya yabancı olanların bile anlayabileceği bir yöntem tercih ediliyor. Ve kitabı okurken fark ediyoruz ki, Versailles Sarayına erken yaşlarda gelerek bir bakıma Avusturya Macaristan’ı, yani Habsburg hanedanlığı ile Fransızlar arasındaki dostluğa köprü oluşturma düşüncesi ile Maria Therasa’nın kızı olarak çok zor misyonu daha o yaşlarda üstlenmek durumunda kalıyor Antoinette. Bu evlilikle artık Fransa ile Avusturya arasındaki yüzyıllardır süren çatışmalı durum sona eriyor. Ancak dominant bir karakter olarak annesi Maria Theresa, tecrübesiz olduğunu düşündüğü kızına sürekli mektuplar yazarak bir bakıma yaşama sanatı konusunda eğitmenliğini uzaktan devam ettiriyor. Uzun süre XVI. Louis ile evliliğinden çocuğu olmaz Antoinette’ın ve bu ilk olarak Fransız saray çevresince eleştirilerin ilkini oluşturur. Ancak Antoniette’ın geleneksel Fransız yapısı ile oynayan, maceracı yapısı kraliyet çevresinde bir bakıma kötü bir kız, eş, anne, canavar imgesiyle birlikte sonra bir bakıma yargıya da taşınacak ensest gibi asılsız suçlamalara kadar uzanır. Ve 1780 yıllarına gelindiğinde artık Marie Antoinette tam bir hain profil olarak Fransız halkında algının kurbanı olur. Ve Berly’e göre, devrimin düşman yaratımında bir günah keçisi böylelikle bulunur. Günümüzde bile Antoinette’a atfedilen, ancak bunu söylediğine tek bir dayanak gösterilmeyen “ekmek yoksa pasta yesinler” tevatürünün temellerini işte tam da burada aramak gerek. Günümüzde parfümler, tişörtler, çikolata paketleri, aynalar vasıtasıyla birer haz öznesine dönüştürülen kraliçe, buradan hareketle şatafatın bir simgesi olarak günümüzde bile yanlış imgelemin kurbanı olur. Ve Fransız Devrimi ile Versailles’dan Tuileires Sarayı’na gönderilen Marie Antoinette, 16 Ekim 1793 yılında birçok haksız suçlama ve öncesinde kendisine yaşatılan çeşitli kötü muameleler sonrasında Devrim Meydanı’nda giyotine gönderilir. Berly’in çeşitli örneklerle sunduğu yerleşik kalıpları yıkan bu Avusturyalı kraliçenin boyun eğmeyen, kuralları çiğneyen yaşamı, ahlakçı bir bakış çerçevesinde bir kadın üzerinden şeytani bir imge halinde günümüze değin taşınır. Berly, kitabında yer alan şu sözleri ile kitabının yazım amacını ve bir bakıma derdini şu şekilde açıklar: “… Maria Antoinette daima bir şeylerin sınırında durur: iktidarın, sarayın, kraliyet ailesinin; sanat akımlarının ve fikirler tarihinin; devrimin ve bir o kadar da karşıdevrimin sınırında. Hepsinden apayrıdır, ama yine de kaçınılmazdır. Bu durum, yalnızca bağımsızlığına, tamamen özel yaşamına adanmış zaman ve mekânlardan oluşan bir özgürlük biçimine düşkünlüğü ortaya sürülerek açıklanamaz. Marie Antoinette’nin hikayesi, her şeyden önce, büyük bir yalnızlığı anlatır… Marie Antoinette’nin hikayesi, bir zamanlar kraliçe olan ve otuz sekiz yaşında giyotine giden bir kadının hayatından mı ibarettir? Yalnızca bir isim midir? Modanın içi boş ve yıkıcı evreninde kendini unutan yüzeysel bir genç kadın mı? Versailles’ın bir köşesinde beş para etmez köyünde çobancılık oynayan biri mi yoksa? Devletin kasasını boşaltacak denli savurgan bir kraliçe mi? Gittikçe daha aykırı, daha baskın bir cinselliğe, biseksüelliğe, lezbiyenliğe ve enseste düşkün bir kadın mı? Giyotinden geçmiş bir beden, ensesinden kan damlayan kesik bir baş mı? Şüphesiz, hepsinden biraz…” Cècile Berly’in Marie Antoinette kitabı, farklı bir mercekle, günümüzde dahi çokça tartışılan siyasi bir figürü, tüm insani özellikleri ile bütüncül bir şekilde ele alan, dönemi ve karakterini objektif olarak anlamak bakımından iyi ve faydalı bir başlangıç olarak görülmeli…
- Marie Antoienette – Cècile Berly
- Çeviren: Ayşen Sarı
- Kronik Yayınları, 138 Sayfa