İnsanın doğup büyümesi kadar ölmesi de olağan bir sürecin parçasıdır. Fakat ölüm her daim alışılmadık bir gerçek olarak kabul edilir. Hatta herkes çevresinde en az bir kere ölüm kelimesini duyup, ölenlerin arkasından dualar okumuştur. Fakat kendisi yaşadığı vakit hiç hissetmediği duyguların içerisinde bulunur. Hem de her ölümde yeniden… Sanki hiç daha önce olmamış gibi. Bunun bir de mecazi boyutu vardır. Bu da ölümün sadece canlılar tarafından yaşanmadığının bir kanıtıdır aslında. İnsan bir kere çevresine kalıplardan çıkarak bakmayagörsün işte o vakit ölümün her yerde olduğunu fark eder. Bu durum ise her şeyin kıymetini bilmemiz için çok az zamanımızın olduğunu apaçık ortaya koyar.
2018 Nobel Ödüllü yazar Olga Tokarczuk’un Son Hikâyeler kitabı Timaş Yayınları’nın ekim ayı kitapları arasında yerini almıştır. Timaş Yayınları, Dünya Edebiyatı külliyatı içerisinde Son Hikâyeler’den önce kendisine Nobel Ödülü’nü kazandıran Sür Pulluluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde ile Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler kitaplarına da yer vermiştir. Son Hikâyeler’in Lehçe aslından çevirisini Neşe Taluy Yüce, editörlüğünü Ayşe Tuba Ayman ve birbirinden farklı zamanlarda yaşamış üç kadını konuk eden eşsiz kapak tasarımını Barış Şehri üstlenmekte.
“Donmuş bir ölü soluğu” diye düşünüyor arabayı süren kadın; “ölü soluğu” bir oksimoron, bir sözcük diğerinin tezadı, ama nasıl bir mucizeyse birlikte bir anlam ifade ediyorlar.” (sayfa 9)
Daha ilk sayfadan altını çizmeye başladığım kitapların yazarı Olga Tokarczuk, kendisine has anlatım tarzıyla beş duyu organını kullanmadan dahi tanınabileceğini kanıtlıyor. Uzun cümleleri, kimsenin birleştirmeye cesaret edemeyeceği betimlemeleri ve diğer kurgulardan farklı bir kurguya sahip olan kitapları imza niteliğini taşıyor. Yani nerede görseniz bu Olga Tokarczuk diyebilirsiniz. Tabii eğer onu gerçekten tanıyabilirseniz… Olga Tokarczuk her ne kadar yazar kimliği ile tanınsa da aslında üniversite zamanlarında psikoloji alanında çalışmalar yapmıştır. Özellikle Carl Jung üzerine araştırmalar yaptığı bilinen Tokarczuk’un tanrı tanımaz kurgularının kökenini oluşturmuştur belki de. Carl Jung, gölge diye bir arketip üretmiştir. Bu gölge, kişinin kendisi hakkında düşündüklerinin tersini temsil etmektedir. Ayrıca Carl Jung içe dönüklük ve dışa dönüklük konularından psikolojik olarak bahseden ilk insanlardan birisidir. O halde Olga Tokarczuk’un karakterlerinde içe dönüş ve bir başka karakterle dışa dönüşe yer verilmesine şaşmamalı. Ayrıca bu dönüşlerin birbiriyle bir zıtlık oluşturmasının gölge arketipine bir gönderme olduğu da düşündürmedi değil. Olga Tokarczuk, sadece düşünmekle kalmamış ayrıca öğrendiği her şeyin etkisini de yaşadığını göstermiştir.
Son Hikâyeler üç kadını konu alır. Her birine ayrı bölümler ayrılmış olan bu üç kadın birbirleri arasındaki bağlantıyı anlatmadan kendi hayatlarına konuk eder okurlarını. İlk bölüm Ida isimli bir kadınla başlar. Ida karlı bir günde kiraladığı arabayla çocukluğunun geçtiği eve gitmeye cesaret etmişken akşam vakti yola çıkmasının gazabına uğrar ve kaza yapar. Ağaca toslamış arabanın içerisinden yaralı olarak çıkan Ida, ışıkları yanan bir eve tanrı misafiri olur. Bu zaman diliminde kendisini hiçbir şeyini bilmediği bir evde yeniden tanımaya çalışır. İçerisinde kopukluklar yaşarken dışında ise ev sahiplerini tanımaya çalışır. Evin insan sahiplerinin yanısıra Ina adında bir de köpek sahibi vardır. Kanser olan Ina bir yandan yaşlıdır da. Resmen ölümle savaştığını söyleyebileceğimiz zavallı köpek Ida için ölüm kavramını yeniden düşünmeye itecektir.
“Kalp -devasa etli şeritlerden, kauçuk ve elastik bir kümelenmedir. Hareket ettiği ritim, çiftleşen bir ritimdir. Her ölçü, hemen ölen bir anı doğurur. Kendisine bakma şansı bulamadan patlayan, renksiz küçük bir balondur.” (sayfa 42)
Zihninin duvarlarından dışarılara açılmayı beceremeyen yazar adaylarına ya da en basitinden yazmak isteyen bir insana Olga Tokarczuk çok iyi bir dost olacaktır. Tanımak için daha fazla geç kalmamalarını öneririm. Çünkü Olga Tokarczuk her zaman söylediğim gibi dışarıda görmeye alıştığınız nesneleri hiç göremeyeceğiniz şekillere sokarak sizlere sunmakta. Bu durum alışkanlığınızı bir bıçak gibi keserek onun gözünden hayata bakmanızı sağlar. Zihninizin duvarlarından kurtulmanın tek yolu zihninde duvarları olmayan biriyle tanışarak özgürlüğün tadına varmaktır.
Kendi ölümünü seçemeyen Ina, bir kuşa yem olacağını bilmeden uçan az ömürlü kelebek, geçirdiği kazadan sonra istemsiz bir şekilde ölümünü düşünen Ida ilk bölümde ölüme konuk olan misafirlerden sadece birkaçı. Olga Tokarczuk’un önceki kitaplarında da alışık olduğum ölüm teması başka başka kılıklara girerek karşımıza çıkıyor. Bu yüzden her seferinde ölümü benzettiği varlıkları not alarak iyice gözüme sokuyorum. Ölümden kaçış yok. O halde ölüme daha da yakından bakmak şart.
“Hepimiz öleceğiz, buna hazırlanmalıyız, ölümü destekleyen dernekler kurmalı, hiç olmazsa son kez olsun hata yapmamak için bilgiler veren okulları finanse etmemiz gerek.” (sayfa 53)
İkinci bölüm Parka isimli bir kadınla başlar. Parka, kocası Petro ile bir dağın tepesinde bulunan evlerinde yaşayan yaşlıca bir kadındır. Açıkçası Son Hikâyeler içerisinde en etkilendiğim bölüm Parka’ya ait. Parka gençliğinde kendisini isteyen yaşlıca adam Petro’yla evlenerek kendisini dünyadan soyutlamayı kabul etmiştir. Yaz sıcaklarında istedikleri gibi alışveriş yapabilen, faturaları ödenen bu ev kış geldiğinde inzivaya çekilir. Ne fatura ödemeye çıkabilir insan o tepeye ne de evdeki insanlar tepeden aşağıya kaymadan inebilir ve alışverişe çıkabilir. O yüzden evin ihtiyaçları henüz kış gelmeden giderilir ve kiler erzak ile doldurulur. Bu durum Petro ve Parka yaşlandıkça daha da zor duruma gelmiştir. Bir gün Parka Petro’yu uyandırmayı başaramaz. İşte o zaman beklenen an gelir. Petro sonunda ölmüştür. Bir kış vakti, evinde koca yatağın bir kenarında yatan ölü beden ile Parka bir başınadır. Her sabah dağın eteğinde yaşayan insanlardan yardım istemek için dağın tepesindeki evden dışarı çıkar fakat beceremeyip içeri geri döner. Evin içerisinde gereksiz bulduğu avluya taşır kocasının ruhsuz bedenini. Evin diğer bölümlerinden daha soğuk olan bu avlu kocasının bedenine iyi bakmaktadır. Parka, Petro’nun bu ölümünü önceden prova ettiğini anlar bu avlunun görevini anladığı vakit. İşte o zaman Parka kocasının ölümüyle hayatındaki yaşantılarına yeniden bakma şansını yakalar. Bu süreçte ölen bedenle konuşmaya devam eden Parka, gözle görülür bir cesaret göstermektedir ölü bir bedenle evde bir kışı geçirirken. Bu arada Parka, bir önceki bölümde hayatına konuk olduğumuz Ida’nın da annesidir. Ida’nın gözünden görünen berbat aile hayatının ana kahramanıdır Parka. Ida’nın kendisinden nefret etmesinin sebebini Parka’nın hayatına konuk olduğunuzda anlayacaksınız. Böylece Ida’nın hayatındayken kızdığınız anneye, Parka’nın hayatını okuduğunuzda kızmaktan vazgeçeceksiniz.
Bir sandığın içerisine yaşadıklarını bir bir kazıyan Petro’nun yazdığı her bir cümle, Olga Tokarczuk’un yazdığı her bir Parka bölümünde şifrelediği “Petro Öldü!” cümlesine kafa tutmaktadır. Parka’nın hayatında yaşadığı her ölüm ise gerçekliğe bir ders olur.
“Fotoğraflara da inanmamalı, zamanın insanı kendilerinden yoksun kılmasını, yaşamımızı küçücük parçalara bölmeyi ve bunun ruhları yumuşatacağını önerirler. Bu biçimde parça parça kendimizden kaybederiz. Ancak düşünüyorum da -yaşam, anılarını küçük bir koleksiyona koyup her şeyi avcuna almak, sona ulaşmaktır. Yaşamda kaybedecek bir şey yok, tam tersi kaybolduğu sanılan şeyin bulunması.” (sayfa 179)
Üçüncü bölüm Maja isimli bir kadınla başlar. Maja, Malezya’daki bir sahilde bulunan otelin bungalovlarında uzun saçlı oğluyla beraber kalan kadındır. Otele sezonluk konuk olan müşterileri izlemekten keyif alır ve oğluyla geçirdiği vakitlerde kendi geçmişine sürekli dönüş yapar Maja. Dönemlik konuklar sayesinde kısa dönem içsel yolculuklar çıkan Maja, sadece bu süreçlerde yaşadığını hissetmektedir bence. Diğer zamanlarda sürekli bir yere dalıp gider. Düşünür ve yaşamayı unutur.
Maja, otelde karşılaşıp tanıştığı Mike ile birlikte somut bir şekilde ölümle karşılaşır. Fakat bu ölümü dibine kadar yaşamak yerine oğlunu korumayı düşünür. Maja, bir anne kimliğiyle ölümle başa çıkabilmeyi okurlarına gösterir. Ölümü anlatmayı savunan yazar, ölümü oğlunu bağrına basarak saklamayı başarabileceğini sanan kadınla çarpıştırır kendisini. Bu arada Maja, bir önceki bölümde hayatına konuk olduğumuz Parka’nın torunudur. Dolayısıyla Ida’nın uzaklarda yaşamış olan sahip olduğu tek kızı.
“Şunu öğrenmişti: İki gerçek var -var olan ve var olduğunu sandığımız.” (sayfa 265)
Olga Tokarczuk, diğer kitaplarında da alışık olduğumuz doğaya yer verir. Gökteki yıldızlar Son Hikâyeler’deki kadınlara yol gösterici görevini bırakmaz. Fakat diğer kitaplarıyla karşılaştırıldığı zaman içsel yolculuklarında anlattıklarına daha çok yer verdiğini söyleyebilirim. Bu içsel yolculukları öyle yolculuklardır ki insana hayatı yeniden düşünme şansı verir. Bu şans, süresini bilmediğimiz hayatımızı bir başka yaşamamızı sağlayacaktır. Bu evrenin yardıma da bize de ihtiyacı yok. Biz bu evrende geçip giden insanlardan başka bir şey değiliz. Asıl olan evrendir. Doğadır. Yıldızlardır. Dünyanın kendisidir. Yapabileceğimiz en iyi şey evrenin bize yardım etmesini sağlamaktır.
“Sihir nedir, biliyor musun?” diye sordu adam ve gitmesine rağmen konuşmaya devam etti. “Gördüğünüz şeyi adlandırmaktır. Gözlerinin önünde ne olduğunu söylemesi için insanı zorlamak gerekir. Gerçekleri yaratma biçimi buradadır. Her insan var olan gerçekliliklerden birine bağlanmayı tercih eder, bu sürüm yanlış olsa bile.” (sayfa 258)
İyi okumalar.
- Olga Tokarczuk – Son Hikâyeler
- Timaş Yayınları – Roman
- Çeviri: Neşe Taluy Yüce
- 269 sayfa