“Bir zamanlar Almanya’nın Berlin kentinde Albinus adında bir adam yaşardı. Zengindi, saygındı, mutluydu; günün birinde gencecik bir metres uğruna karısını terk etti; sevdi; sevilmedi; ve yaşamı felaketle son buldu. Öykünün hepsi bu kadar. Biz de hiç üstünde durmayabilirdik, eğer anlatmaktan keyif alıp kâr elde edebileceğimizi bilmeseydik.”
Henüz ilk paragrafında hikâyenin önemli duraklarını ve sonunu açık eden bir kitapla karşı karşıyayız. Vladimir Nabokov’un “Karanlıkta Kahkaha” adlı romanı, ilk paragrafıyla okuru zalim bir oyuna davet ediyor. Bu oyunda, üzerinde dikkatle durulmuş, tastamam bir biçimde önünüze konulan bir dünyada; yazarın umursamaz bir Tanrı gibi karakterleriyle oynamasını sonuna kadar izlemeniz gerekiyor. Başarırsanız, oyun sizin. Ancak bu, o kadar da kolay değil. Çünkü Nabokov, karakterleriyle oynadığı gibi biz okurla da oynuyor. Birkaç sayfa önce sempati duyduğunuz bir karaktere, ilerleyen sayfalarda kinlenebiliyor; yazarın neden bu kadar acımasız davranmakta haklı olduğunu kabul ediyorsunuz. İşte o zaman, Nabokov kazanıyor. Ama üzülmeyin. İyi haber şu ki kazansanız da kaybetseniz de ödülü paylaşıyorsunuz. Yazar, anlatmaktan keyif aldığı hikâyesini okutmuş olurken siz de gerçek edebiyat eserlerinin okurken bıraktığı tadı fazlasıyla alıyorsunuz.
Kitabın ne anlattığını merak eden okurlar ilk paragrafa bakabilirler. Tekrar özetlemeyeceğim. Çünkü gerçekten de hikâye, bu kadar. Size Türk filmlerini andırmış olabilir. Belki dünya sinemasından da bu konuyu işleyen örnekler izlemiş olabilirsiniz. Konunun farklı bir tarafı yok Ama benzer konulu diğer eserlerden ayrılıyor bu kitap. Çünkü yazarın da belirttiği gibi “ayrıntılar her zaman hoşa gider.” Ayrıntıların zenginliği, özgünlüğü hikâyeyi bir üst seviyeye taşıyor. Nabokov, ayrıntıları o kadar ustaca kullanıyor ki yeri geliyor ufak ayrıntılarla burjuva kimliğine saldırıyor, yeri geliyor metnin temelinde yer alan acımasızlığı ayrıntılar yoluyla veriyor. Evet, karşımızda acımasız bir yazar var. Kendi karakterlerine acı çektiriyor, onları kederlere boğuyor, mutlulukları önündeki engelleri ince ince işleyerek oluşturuyor. Aynı zamanda içinde yaşadıkları dünyayı da ayrıntıların acımasızlığıyla inşa ederek bu hissi okura da veriyor. Örnek vermek gerekirse, Albinus ile Elisabeth’in evlendiği günü anlattığı şu satırları ele alalım:
“Berlin’deki pek çok sayıda tanışlarından kaçınabilmek için Münih’te evlendiler. Atkestaneleri çiçek açmıştı hep. Çok değerli bir sigara tabakası unutulmuş bir bahçede kayboldu. Oteldeki garsonlardan biri yedi dil biliyordu. Elisabeth’de minik bir yara izi olduğu anlaşıldı –apandisit ameliyatından kalma.”
Bir düğün gününü atkestaneleri, kaybolan sigara tabakası ve yedi dil bilen bir garson ayrıntılarıyla anımsamak; yazarın karakterlerine yaklaşımını gösteriyor bize. Henüz daha başlarda bu yaklaşımını okura gösteren yazar, ilerleyen sayfalarda gerek ayrıntıları gerekse bizzat karakterlerini kullanarak karakterleriyle kelimenin tam anlamıyla “uğraşıyor.” Merhamet göstermiyor, bizden de merhamet göstermememizi isteyecek şekilde hikâyeyi devam ettiriyor. Merhamet kurmamamız için bize nedenler sunuyor. Her kitapta karakterlerle kurduğumuz o bağ, bu kitapta yazarın kalemiyle yırtılıyor adeta. Belki bir yerde tekrar bağı kurmamıza izin veriyor, ancak tekrar yırtabilmek için. Çünkü karakterlerinin bunları hak ettiğini düşünüyor. Öyle ki bir yerde bizzat karakterlerden birine şöyle dedirtiyor:
“İnsan, felâketlerin bataklığı üstünde kuramaz yaşamını… Böyle bir şey, hayata karşı işlenmiş bir günah olur.”
Nabokov, karakterlerinin işledikleri günahların cezasını bir bir onlara ödetirken, karanlıkta oturmuş kahkaha atıyor. Oyun bitiyor, kitabın son sayfası kapanıyor.