Murat Özyaşar, 2015 yılının başında on öyküden oluşan kitabı Sarı Kahkaha ile raflarda yerini aldı.
Yazar, kurduğu öykülerin coğrafyasını Kürdistan’ın toprak evlerinde oluşturuyor. Derdin dermanını bu evlerde büyütüyor. Yaşadığı şehrin kangren olmuş acılarını, parmak gibi kestiği öykü sonlarıyla gözümüzün önüne atıveriyor.
Kitabın ilk öyküsü Kepenk ile esrarlı ve ısrarcı bir dil ile karşılaşıyoruz. Daha ilk cümlede yarattığı atmosfer ile bizi Mecburiyet Caddesi’nin müdavimi yapan Özyaşar, yarattığı dil ile bizi gerçek bir sancının ortasında bırakıyor. Kepenk’te savaşı başlatan büyük adamlara nispet yaparcasına küçük bir seyyar satıcı çocuğu, tedirgin beşiğinden alıp sokağa taşıyor. Gündelik hayatın diliyle, ip gibi ince bir sıkıntı akıyor çocuğun gözünden:
‘’Yarın ne satacaksın?’’ diye sorarken ellerimi saçlarına uzattım.
‘’Yarın, yarın kepenk kapatma eylemi var ağbi’’ dedi.
Yazar, Yan adlı öyküsünde metafor dünyasına giriş yapıyor. Derdi, dertten başkası anlatamaz demek burada kendine bir köşe bulma arayışı içine giriyor. Satranç ile insan arasındaki o muazzam tünelin ışığını bir devlet bir de dağ yakıyor. Dostluk kavramını sorgulayan yazar, kaybetmenin yok olmak olmadığını söylüyor.
‘’Cümlelerin anlamları yoktur, anlamların cümleleri var. Her alamın bir cümlesi olmadığı için de hikâyeler var.’’
Özyaşar, şiirsel bir anlatımla öykü ile okuyucu arasında bir ateş yakıp kenara çekiliyor. Tek bir kelimenin üzerine dahi, fazladan yük yüklemiyor. Cümle içindeki ses uyumları ile masalsı bir anlatımın içinde kayboluyorsunuz. Özyaşar yazdığı metinlerde virgülün dahi kalbini kırmayacak olgunlukta, heceleri kelimelere dikiyor.
‘’Annesinden önce uyuyanların derdine inanmıyorum ben.’’
Özyaşar, Kamil adlı öyküsünde ruhumuzu ayakta tutan bacaklarımızı kırıyor. Kamil ile kitabın ilk başında kurduğu ilişkiyi, kimine göre acımasız gelecek şekilde, bitiriyor. Kurmaca metin havasından çıkan bu diyaloglar, sanki kıraathanede yan masanızda yancı ile oyun oynayan iki eski arkadaş arasında geçiyor ve siz buna kulak misafiri oluyorsunuz.
‘’Hiç unutmam bir gün, diye başlayan bir hikâyedir bu.’’
Özyaşar Altıotuzbeş adlı öyküsünde, yasaklı kelimelerin canına okuyor. Kanayan bir yaranın üstüne serpilmiş tuza üflüyor. Yaranın merhemi yaralayandır, diyor. Ötekileri içtima alanından, ağaç altlarına götürüyor. Destan anlatır gibi başladığı metin ilerledikçe bir sohbet havasına bürünüyor. Devletin, insanda kapanmayacak yaralar açtığı bu öyküde, Özyaşar, nefis bir final yaparak son nefesini üflüyor. Öyle bir nefes ki bu; derdin ıslık sesini kesiyor.
‘’Hangi Ekber?’’
‘’Sakat Ekber.’’
Özyaşar, Felç adlı öyküsünde, dilin kemiğinin olmadığını ve bizi daima ayakta tutacağını argo bir dille anlatıyor. Bir annenin, derdini söyleyememesinin kasvetini öyküyü okuyunca anlıyorsunuz. Çünkü Murat Özyaşar, annelerin derdini anlatanlara inanmıyor.
‘’Sana verdikleri ismi biliyorsun da sahip olman gereken ismi bilmiyorsun.’’
İsmin Halleri, Sarı Kahkaha’nın en sert öyküsü olarak karşımıza çıkıyor. Kişisel bunalımların, kaderin felek ile yer değiştirmesinin, ismimizin dertlerimizin kalibresini belli etmesinin hepsi iç ses olarak aktarılıyor.
‘’Çocukluğunun gürültüsüyle uyandın.
Ağzında iki heceli berbat bir leke: ba!
ba!’’
Baba-oğul çatışması Özyaşar’ın metinlerinin kalbini oluşturuyor. Sözcükler, sanki bir şiirin peşinden koşar gibi birbirini takip ediyor. Koca ovalarda, su kenarlarında babanın bazen silüeti bazen de çiğnenmiş patikadaki izi öykülerin içine giriyor. Bir baba, bir evin en belalı yanı oluyor. Canımıza okur gibi yazıyor Özyaşar. İki gagalı kuşun diliyle söylüyor: ‘’Ez neminim, ba-ba!’’
“Herkes ölüsünün ardından kahkaha atar, işte bu krizin, işte bu kahkahanın adıymış sarı kahkaha.’’
Özyaşar, bizi ayakta tutan ölümleri hatırlatıyor ve onların güzel anılarını göğsümüzün üstündeki derdi süpürsün diye elimize tutuşturuyor.
Murat Özyaşar-Sarı Kahkaha üzerine…
1-12 Aralık / İstanbul- Ankara