Okurken sık sık gözlerimi yumdum. Gözlerim kapalıyken düşüncem, “Ol, diyor kendine, insan ol’madan edemiyor.” diye parladı durdu.
Niyeyse okumayı uzun zamandır erteliyordum, rafta karşılaştık, sessiz bekleyişiyle burun buruna gelince daha fazla ertelemek istemedim. Kısa sürdü. Anlatımdaki akış bakımından hızlıca okunabilen yapısına rağmen, içerik bakımından öyle kolay yenilir yutulur cinsten olmadığını söyleyebilirim.
Elbette Tevfik Turan’ın neredeyse kusursuz çevirisini de es geçmeden, artık “klasik” sayılan romanın kuruluşundaki ustalığıyla, her bir detayın yerli yerindeliğiyle, ayrı ayrı üzerinde durulası betimlemeleriyle kendisine temas eden hemen herkese olduğu gibi bana da apayrı bir edebiyat şöleni yaşattığını vurgulamama gerek var mı bilmiyorum.
Kolayca yenilir yutulur cinsten olmayan içerik ise gayet tanıdık. Zor olduğu kadar sıradan. “Çok başka” dediğimiz ölçüde de olağan. Akıl sahibi olduğu her fırsatta vurgulanması gereken insan var ya, işte o insanın ezeli bir derdi vardır hani, adına kimi zaman varoluş deriz, kimi zaman başka isimler uydururuz ama dertler bir olunca tanımlar da hep birbirine benzerdir. Sanıyorum en çok da bu bakımdan birbirimize benziyoruz. Kısaca “kendi” [self/soi] diye dile gelen bir varlığımız var, dünyaya gelmekle kalmayız, elbette bir de kendi’miz ol’malıyız. Sebep?
Soru/n/lar ne kadar bayat değil mi? Aynı zamanda sinir bozucu derecede de canlı. Konuşmayı söktüğümüz zamanlardan beri her gün sabahtan akşama kadar bir “ben” türküsüdür, almış başını gidiyor. Sona erecek mi? Her bir “ben”in türküsü, onu söyleyen kişi susana dek sürer, sanıyorum. İnsanın “kendi” sancısı dinecek, kaygısı silinecek mi? Sanmıyorum. Ezeli dert bir yanıyla da ebedi olacak gibi görünüyor.
Nihayetinde her birimiz kendi’mizce bir yol bulup, huzur içinde(!) ol’acağımız yerlerle, kişilerle, fikirlerle ve daha bilumum şeylerle donatıyoruz kendimizi, maksat hayat olsun, maksat ben’im olsun.
İşte bu hikâyeyi de, başından sonuna kadar, kahramanımız Grenouille’un dünyaya gelişiyle başlayan ve asla bitmeyecek gibi görünen arayışını böyle okudum. Herhangi bir gün, herhangi bir yerde karşılaşabileceğim kadar olağan, bir o kadar sıkıcı, öyle de dehşet verici. Grenouille’un Fransızcada kurbağa anlamına gelmesi gibi, hem güldürücü/gülünç bir tarafı var, hem iğreti hem de buz gibi.
Dehşet verici, kan dondurucu olan şey şu: soğukkanlılıkla cinayet işleyebilen bir insanın her bir eylemini, soğukkanlılığına varana dek anlamaya yaklaştıran gerçeklik duygusu. Zira birçoğumuzun, maksat hayat olsun, maksat ben’im olsun diye kendimize takıp takıştırdıklarımızın arasında -kimi zaman o malum, saçma sancımıza eklenseler de- toplumsal yaşam gereklilikleri ve/veya ahlak kuralları da var. İnsan, kendi bireysel varoluşunu inşa ederken içine doğduğu toplumun ahlaki yapısını, yasalarını ne derece yadsıyabilir?
Burnuyla gören, burnuyla duyan, burnuyla tanıyan, dahası burnuyla düşünen Grenouille’un, bizatihi kendisinin kokusunun olmadığını fark etmesiyle yaşadığı iç felaketin ardından düşündüklerine, yaptıklarına ne tastamam hak verebildim ne de “yok artık, daha neler” diyebildim. Bireysel ile toplumsalın kıskacında kalakaldım.
Varoluş ile ilgili edebi metinlere ilginiz varsa ve henüz okumadıysanız, naçizane, daha fazla ertelemeyin derim.
2014, İstanbul
Süskind Patrick, Koku, Can Yayınları, Çev. Tevfik Turan, 2011
Arka Kapak Yazısı:
XVIII. yüzyıl, Fransa. Kitabın kahramanı Jean-Baptiste Grenouille, tüm insancıl duygulardan yoksun, yalnızca kokulara karşı görülmedik ölçüde duyarlı, istediği kokuları üretebilmek için cinayet işlemekten bile çekinmeyen biridir. Herkesin, her şeyin kokusunu almak, dilediği tüm kokuları üretmek konusunda gerçek bir dâhi olan bu genç adamın, kendi kokusunun olmadığını, bu nedenle insanların kendisinden koku alamadıklarını anladığı gün dünyası başına yıkılır. Tek çıkar yol, başkalarına varlığını hatırlatacak kokular sürünmektir.
Toplum içinde bir birey olarak var olmamış, ama kendi benliği dışında her istediğini yaratabilmiş bir dâhiyi sergileyen bu görkemli alegorinin olağanüstü akıcılıkla erişilen son bölümü, benzeri herhalde ancak Kafka’nın eserinde görülebilecek bir insanlık tragedyasının anlatısıdır.