hep kitap etiketiyle çıkan ilk romanı Külleri’ye okuruyla tekrar buluşan Semih Erelvanlı’yla, romanında kurduğu distopik dünyayı ve sansür, otosansür, intihar kavramları üzerine sohbet ettik.
Keyifli okumalar dileğiyle.
Söyleşi: Esra Karadoğan, Caner Almaz
İki öykü ve bir sinema kitabından sonra kaleme aldığınız Külleri’yle roman türüne adım atıyorsunuz. Külleri’nin okurunu bulmasını, beğenilmesini diliyoruz. Bize Külleri’nin yazılış hikâyesini anlatmak ister misiniz? Sizi böyle bir distopya yazmaya iten sebepler neydi?
Öncelikle iyi dilekleriniz için teşekkürler.
Külleri’nde tartıştığım birçok fikirle zaten uzun zamandır içli dışlıyım: İnsan ve doğa arasındaki ilişkinin her gün daha da kötüye gitmesi; teknolojideki ilerlemelerin aksine toplumsal, ekonomik ve politik düzlemde insanlığın sürekli gerilemesi; tanıklık ettiği, hatta bizzat sebep olduğu kötülükler karşısında bir insanın huzursuzluğunu nasıl dindirebileceği…
Sonunda bu düşüncelerimi uçlarından tutup geleceğe götürürsem neyle karşılaşırım, diye merak ettim. Ve vardığım yer, Küllerioldu.

Melek Özlem Sezer
Okurken dilinizin yalın, anlatımınızın çok net olduğunu görüyoruz. Bu netliğin içinde bir parça öfke de seziliyor. Sanatın, sanatçının öfkeden, nefretten ya da acıdan etkilenmesi üzerine neler söylemek istersiniz?
Sanatın kitleler üzerindeki en güçlü etkisinin trajediler aracılığıyla yaratıldığına inanıyorum. Bir Romeo ve Juliet, bir Suç ve Ceza, bir Kırmızı Pazartesi gücünü buradan alıyor. Ama ben asıl sorunun “Nasıl anlatmak?” olduğunu düşünenlerdenim.
Sadece edebiyatta veya sinemada değil, sanatın tüm alanlarında trajediler çoğunlukla iki yöntemle estetikleştiriliyor. Birisi kaba politik tavır veya pornografik anlatım. Diğeri romantik yüceltme veya kültleştirme. Genellikle bu ikisiyle üretilenlerin bir okur veya izleyici olarak beni çok fazla geliştirmediğini, var olana bir şeyler eklemediğini, halihazırdaki olayı belgeselleştirmenin ötesine geçemediğini düşünüyorum.
Buradan hareketle öfke nöbetlerinden, kör nefretlerden, okşanarak tapılan acılardan uzak durmak gerektiği kanısındayım. Bu demek değil ki öfkeden, acıdan yola çıkan coşkuların harekete geçirici yönünü umursamıyorum. Tam aksine. Ama o yoğun duyguları alıp bilgiyle, sabırla, hoşgörüyle harmanlamanın önemine inanıyorum.
İntihar kavramına çağlar boyunca düşünürler farklı anlamlar yükledi. Öyle ki Camus, Sisifos Söyleni’nin ilk bölümünde “intihar”dan gerçekten önemli tek felsefe sorunu olarak bahseder. Sizse intihara başka bir anlam yüklüyorsunuz: Bir protesto, bir başkaldırı. Vicdan sahibi azınlık kendini yok ederek, davasını yaşatmaya çalışıyor. Peki, günümüz için düşünürsek, suçun ve suçlunun giderek daha az cezalandırılması hakkında neler demek istersiniz? Keza kitabınızda da konu edindiğiniz resmi görevlilerin işlediği suçların neredeyse cezalandırılmaması, hatta ödüllendirilmesi, günümüzde çokça rastladığımız ve sıradanlaşan haberlerden…
Külleri’nde anlatılan Jilmaya ülkesinde en büyük suçlu, devletin kendisidir. İşte o devlet verimsiz saydığı kalabalık nüfusu türlü yöntemlerle katletmektedir. Dahası bunu o zamanki dünyanın egemen politik güçlerinin arzusu doğrultusunda gerçekleştirmektedir. İşte böyle bir ortamda kimileri bu cinayetlerden bizzat sorumlu olmanın etkisiyle vicdan azabı yaşamaya başlar. Kimileri tanıklık ettiği kötülüklere sesini çıkarmayarak zulme ortak olduğu düşüncesinin altında ezilir. Kimi idealistlerse bu zorbalıkları ifşa ederek devleti durdurabileceğine inanır. Ortaklaştıkları düşünce, farklı araçlarla direnmenin artık etkisiz olduğudur. Sonunda vardıkları kapı aynıdır:İntihar.
Elbette bu yöntemi olumlamayanlar, hayatın mutlak gücüne inananlar da vardır Külleri’nde.
Romanın bu karşıt fikirler için derin sayılabilecek bir tartışma zemini sunduğunu söyleyebilirim.

268 sayfa – Roman
Külleri’nde kurduğunuz dünyanın içinde,yirmi dört saatte sona ermiş Üçüncü Dünya Savaşı, aralarına duvarlar örülecek kadar belirgin biçimde ayrılmış sınıflar ve her türlü gücü, şiddeti kullanması legalleşmiş bir devlet yer alıyor. Üstelik kimsenin hiçbir şeye isyan etmediği, edenin de bir şekilde susturulduğu bir dünya bu. Bunun günümüzden çok da uzak olmayan bir resmediş olduğunu söylemek yersiz olmaz sanırım…
Bugüne baktığında dünü, düne göz attığında yarını bulanların arasındayım ben. Üstelik insanın hemcinsini köleleştirdiği o karanlık günde başlayan ve adaletsizliklerin yıkılacağı o aydınlık saatte sonlanacak olan zamanı bir bütün olarak görüyorum. Benzer şekilde Dünya’yı da ayrıntılarda farklılaşan toplumların ortak mekânı şeklinde algılıyorum. Çünkü ister çağlar ayrı olsun ister kıtalar; aramızdaki tüm ekonomik, kültürel, toplumsal farklılıklara rağmen hepimiz tarih yolculuğuna aynı noktadan başlamadık mı? Çok benzer aşamalardan geçip bugünlere ulaşmadık mı? Dahası küreselleşme denizi hepimizi içine alıp boğmaya çalışmıyor mu?
Savaşların, ırkçılığın, gelir adaletsizliğinin, zorba otoritelerin yüzyıllardır, üstelik her coğrafyada nüanslarla devam etmesi…
Bu nedenle ben Külleri’nin dürbününden bakıldığında dünün de bugünün de aynı anda görünebileceğine inanıyorum. Ama benim asıl görünmesini istediğim, yarınlardır. Aynı zamanda o kırmızı ütopyaya ulaştıracak distopik yarınlar.
Romanın gerçeklik algısı zaman zaman kayıyor. Külleri’nin bir distopya olduğunu bilmeseydim eğer, günümüzde geçtiğini, gerçeklik kaygısı taşıyan bir roman olduğunu düşünebilirdim. Özellikle çocuklara tecavüz davasının ardından kutlama yapan polisler bu açıdan ürkütücüydü. Bu yüzden bazı yerlerde okurken zorlandığımı söylemeliyim. Bunları yazmak sizin için de zor oldu mu?
Olmaz mı, oldu tabii ki! İster öykülerimde, ister romanlarımda anlattığım karakterlerle kendimi özdeşleştirmezsem (onları olumlayıp olumlamadığımdan bağımsız olarak), doğallığı ve inandırıcılığı yakalayamayacağıma inanıyorum. İşte bu nedenle, bir yandan o polislerin gaddar zihinlerinde oturmak, öte yandan tecavüze uğrayan çocukların yerine kendimi koymak… Sonuç: Biri pozitif, diğeri negatif yüklü iki bulut çarpışıyor ve çakan şimşek bir süreliğine gözleri kör ediyor.
Ülkemizde ve dünyada giderek artan sansür kararları, bunun yanında sanatçıların ve yazarların otosansür uygulamaya başlamaları hakkında neler demek istersiniz? Külleri’ni yazarken, kendinizi sınırlandırma düşüncesine düştünüz mü?
Uzun bir insanlık tarihi okuması yaptığımızda, kimi zaman şöyle bir gerçekle karşılaşıyoruz: Toplumların özgürlük düzeyi ile sanatsal yaratıcılık arasında ters orantı bulunuyor. Bir otorite karanlığını ne kadar çoğaltırsa veya bir kültür tabularını ne denli artırırsa, oradaki sanatçılar önlerindeki bariyerleri aşabilmek için akla hayale gelmemiş metaforlar, yepyeni anlatım biçimleri yaratıyorlar.
Niyetim elbette sansürseviciliği yapmak değil. Ancak dünyanın neresine gidersek gidelim; otoriteler kararlarının eleştirilmesinden, kötülüklerinin ifşa edilmesinden nefret ederler. Ve korkarlar. O nedenle biz ütopyamıza ulaşana dek sansürler var olacak. Asıl sorun, bizim sanatın dilinin asıl geliştirebileceğimiz, içimizi acıtanlardan hangi yollarla söz edebileceğimiz. Burada üzerinde bir deneme kitabımın da olduğu İran Yeni Sineması’nı örnek olarak vermek uygun düşecektir. Bu çatı altında gösterilebilecek yönetmenlerin, yasağı bol devlete karşı verdiği sanatsal yanıtların çeşitliliği o kadar hayranlık uyandırıcıdır ki…
Külleri’ne gelirsek, karakterlerin ve olayların hiçbirine günümüzden herhangi bir açık gönderme yüklemediğim için otokontrol uyguladığımı söyleyemem.
Sonraki çalışmanız hakkında aklınızda bir şeyler var mı? Yine aynı eksende distopik romanlar mı var hedefinizde?
Aslında Külleri ile aynı zamanda iki ayrı distopik roman daha yazmaya başlamıştım. Bunlardan birini bu aralar tamamlamak üzereyim. Diğerine çalışmayı ise sürdürüyorum. Onuda bitirdiğimde ortaya birbirine göndermeleri bulunan üç fütüristik roman çıkmış olacak. Bu da bana ayrı bir heyecan veriyor.
O arada elbette kısa öykülerim de kendi kabında damla damla birikmeye devam ediyor.
-Son olarak, yakında okuduğunuz ve takipçilerimize önermek istediğiniz kitapların kısa bir listesini rica edelim ve Külleri için sizi tekrardan kutlayalım.
Teşekkür ederim yeniden.
Bu sene okuduklarım arasında özellikle şu dört kitaptan çok haz aldım: Doppler (Erlend Loe), Geçiş (Rachel Cusk), Düşman-Barış İçin Bir Kitap (Davide Cali), Makul Bir Saatte Yeniden Uyansam (Joshua Ferris).