Tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu Erdem Kaynarca‘yla söyleştik. Keyifli okumalar diliyoruz.
Türkiye’de yakın geçmişe ve günümüzde tiyatrodaki değişim içinde roman, hikâye, şiir metinlerinden yapılan uyarlamalar ve çeviri metinlerindeki artış, bunun yanında “yeni yazım” yerli metinler ve konusal gelişim hakkında neler söylersiniz?
Bu benim de kendime sorduğum bir soru. Bu sadece tiyatroda değil, sinemada, dizide yani senaryonun var olduğu yerlerde gördüğüm bir problem ülkemizde. Hatta yer yer Türk romanında da gördüğüm bir durum. İyi bir senarist değilim ama iyi bir yazar olmak için öncelikle belli bir ölçüde kendine olan dürüstlüğü gerek. Kendine doğru belli bir ölçüde dürüstlük, belki de bir acımasızlık gerek. Anlattığı konuda olabildiğince açık seçik kalabilme kısmının bizim ülkemizde otosansüre uğradığını düşünüyorum yazarlar tarafından. Yani çeşitli kaygılar… Her şey olabilir. İşte başıma bir iş gelecek mi korkusu, ay cinsel tercihim ortaya çıkmasın korkusu, aman ben görünmeyeyim düşüncesi. Bunu da böyle göstermeyeyim düşüncesi bana bunlara etkenlerden biriymiş gibi geliyor. Bu tabii ki ülkenin sosyolojik durumuyla da ilgili. İyi görünmek zorundaymışız gibi bir algı oluştuğu için kendi pisliklerimizi üretirken dökmekten çekiniyor olabiliriz. Bunun oyunculuktaki karşılığı çirkinleşmekten korkan oyuncudur. Öyle oyuncular vardır. Hep güzel görünürler. Bir şey diyemezsin onlara ama zaten onun da laneti odur. Çirkinleşemediği için derinleşemez belli konularda. Yazarlıkta da durum böyle. İçindeki pisliği, çirkinliği dökme cesaretini; rezil olma cesaretini göstermemiz gerek. Bu da kendinden belli bir ölçüde vazgeçme gerektiriyor. Bunu yetiştiriliş tarzından ötürü mü kaybediyoruz yolda, o çocuklara has fütursuzluk ilerleyen yıllarda o yüzden mi kayboluyor bilmiyorum. Ama sebeplerinden biri bu gibi geliyor.
“Modern“ dediğimiz tiyatro içinde minimalizm etkisiyle oyun, oyuncu, dekor ve seyirci dörtgeninde nasıl bir ilişki kuruyoruz?
Tiyatro aslında oyuncuların ve seyircilerin karşılıklı olarak çalışmasıyla olan bir şey gibi geliyor bana. Aslına bakarsanız çok gerçekçi bir dekorun olduğu bir oyunda seyircinin o kadar çalışmasına gerek yok. Çünkü her şeyi görüyor. Yani o kadar gerçekçi dekorlar var ki; yemek yeniyor, yemekten duman tütüyor… Dahası da var yani detaylara inersek. Bu seyircinin işini kolaylaştıran, mekânı kolayca görmesini sağlayan bir şey. Fakat sahne boş olduğunda oyuncuya da seyirciye de daha fazla iş düşüyor. Ve bu hayalin kuvvetini artırıyor gibi geliyor bana. Örnek vermem gerekirse: Tehlikeli Oyunlar. Oradaki tek salıncak beş bin farklı şeye dönüşüyor ve bu seyircinin yardım etmesiyle olan bir şey. Seyirci tiyatro oyununa zaten bir ikna olma niyetiyle gelir ve o ikna olma niyetiyle oturduğunda oyuncu saf ve temiz, çocuksu bir yerden hayali seyirciye ilettiğinde oluşan etki iki kat güçlenir. Bence, bu benim fikrim, gerçekçi dekordan daha fazlasını deneyimleriz olmayan dekorda belki de. O boş alan daha fazlasını hayal etmemize izin verir.
Oyun öncesi konsantrasyonunuzu nasıl sağlıyorsunuz?
Projeden projeye, oynadığım rolden role değişiyor. Yoga, meditasyon, müzik dinlemek ve diğerleri. Ben biraz nötr bir oyuncuyumdur. Biraz çalışkan da mı desek? Genel olarak kesinlikle her role özel bir şey kendi çapında gelişiyor. Role ve ekibe göre çok değişen bir şey bu. Değişmesinin de mantıklı olduğunu düşünüyorum. Kendi adıma iyi geliyor bana. Yani rutine bindirmektense her role özel bir durum gibi.
Sezon içinde tiyatro oyunlarını ne derecede takip edebiliyorsunuz?
Öğrencilik zamanlarımda çok daha fazla oyun izleyebilirken, çalışmaya başladıktan sonra bu sayı azaldı. Ama yine de az oyun izlediğimi söylemem. Oyun izlediğimi düşünüyorum ama tercih edeceğim oyuna sorup soruşturarak gidiyorum. Çünkü geçen sene sanırım 178 oyun çıkmış, zaten bu 178 oyuna jüri değilsen gitmenin mümkünü olabilir mi? Olabilir ama başka bir hayatınız da kalmayabilir. Bunu yaparken galiba biraz tanıdıklarıma ve ekstradan böyle tavsiye aldığım oyunlara pozitif ayrımcılık uyguluyorum. Çünkü zamanımı bir şekilde değerlendirmem gerek ve doğru değerlendirmeye çalışıyorum. Zaman boşluğu yaratamadığım da oluyor. Prova süreçlerinde pek oyun izlemiyorum. Mesela iki ay süren bir prova sürecinde ben maksimum üç oyun izleyebilirim. Ama bunun İstanbul kaynaklı bir şey olduğunu düşünüyorum. En yakın mesafe yarım saat olan bir şehirde yaşıyoruz. Hepimizin etrafı, çevresi ‘Hadi görüşelim’ deyip görüşemediğimiz, dört aydır bekleyen arkadaşlarımızla kaynıyor. Bu süreçte de aslında bu tarz etkinlikleri aksatıyoruz. Ben bunu filmle kapatıyorum mesela. Çok fazla film ve dizi izleyerek kapatıyorum bu açığı.
Bir sezonda birden fazla oyunda rol alması aynı zamanda dizilerde, sinemalarda rol alması bir oyuncuyu fiziksel ve psikolojik olarak nasıl etkiler?
Dünya çok hızlı ilerliyor. Önceki nesillere göre bizim neslimiz telefonla büyüdüğü için muhtemelen teknolojiyle kafalarımız biraz daha hızlı çalışıyor. Sadece ülkemizde de değil, tüm dünyada konuya sektörel anlamda baktığımızda da oyuncular bir senede zaten 4 film çekip, o 4 filmin arasında da bir oyun yapıyorlar. Yani zaten bu şekilde ilerliyor bir süredir. Gittikçe de bunun hızı artıyor. Ben aynı anda üç tane oyunda oynadım, bir tane de modern dans işinde yer aldım. Ondan önceki senelerden kalma oyunlarım da arada bir oynandı gibi. Toplasanız belki de sezon boyunca 6-7 farklı karakteri zaman zaman oynadığım sezon geçirdim. Aslında ben bunu faydalı ve mantıklı buluyorum. Tabii büyük bir projeye kapanıp altı ay yatırmak da ayrı bir şeydir ona saygım var, altı ay içinde üç projeye parça parça kendini dağıtmak da. Ben hiçbir çalışmanın boşa gitmeyeceğini düşünen bir insanım. Yeter ki çalıştığın sırada niyetin açık, odağın yüksek olsun. Bu şekilde çalışıldığında zaten elindeki hammaddeyi ne kadar sürede işleyebileceğini hesaplayabilirsin üç aşağı beş yukarı. Ben bir oyuncunun birkaç oyunda oynayıp aynı zamanda bir dizide de filmde de oynamasını destekliyorum. Şu değil ama: Aynı oyuncuları sürekli aynı işlerde görmek. Bu da çok sıkıcı bir durum. Bir yerden sonra sıkan bir durum. Oyunculuk her yerde oyunculuktur zaman ve imkân bulabiliyorlarsa. Oyuncular mümkün olduğunca dizi, tiyatro, sinema yapsınlar. Aktif dinlenme diye bir şey vardır. Siz gitar çalışırsınız, kafanız yorulur ama sadece beyninin belli bir bölgesini kullanırsınız aslında gitar çalarken. Onu bırakıp kitap okumaya geçtiğinizde aslında taze bir yerden okursunuz o kitabı. O kitap bittiğinde ve bir filme geçtiğinizde başka bir yerini kullanırsınız beynin. Oyunculukta da bu geçerli diye düşünüyorum.
Tiyatro içinde sahnelerin durumu ve onları dolduran seyirci kitlesinin ilgisi hakkında ne söylersiniz?
Ne olursa olsun bir sürü tiyatro yapmaya çalışan insan var. Öyle de olsa, böyle de olsa, kırık da olsa, dökük de olsa mekân açalım demek yüce gönüllülüktür. Hele ki tiyatroda. Kemikleşmiş bir seyirci kitlesi var mıdır? Şöyle diyebilirim. Evet, o sahneden o sahneye kendilerine program yapıp gezen bir kitle var ama bu kitle kendi içinde dönen bir yapıya sahip. Espri de yaparız bazen, biz tiyatrocular tiyatrocuların oyunlarına gidiyoruz diye. Ben onun oyununa gidiyorum, o benim oyunuma geliyor. Biraz kendi içimizde olabiliyor. Bu sayılar ne kadar doğru bilemiyorum tabi ama dönen sayılardan Türkiye’de 17.000 tiyatro seyircisi var deniliyor. Bunun doğruluğundan emin değilim. Fakat mesela Arzu Tramvayı oyunumuz bir sezonda 25.000’in üzerinde seyirci yakaladı. O gelen kitle kimdi o zaman? Bir yandan da oynadığım diğer oyunda bu oyuna hiç gelmeyen bir kitleyle de karşılaştım. Sadece tiyatro kitlesi olarak değil de, oynanan oyunun niteliği, o oyunun oynadığı yer, o oyunun içindeki oyuncular gelecek seyirciyi etkiliyor ve değiştiriyor diye düşünüyorum.
Tiyatronun sizi en mutlu hissettirdiği o an nedir?
Bence en büyük ödül ne biliyor musunuz? Bir oyundan çıktığında bir seyircinin gelip daha önce hiç kimseye anlatmadığı bir anısını sana anlatması. Ben hiç daha önce bunu kimseye anlatmamıştım deyip sana oyundan gördüğü bir şey üzerinden anısını anlatması. Bu şu demek gibi geliyor: Ya galiba değdim ben birine. Birine bir etkide bulunabildim ve bu etki güzel bir şekilde yansımışsa daha fazla ne olabilir ki?
Turne deneyimi ve turneden kaynaklı farklı seyirci ve kültürler ile karşılaşmanız hakkında düşüncelerinizi paylaşır mısınız?
Çok profesyonel prodüksiyonlarla da turneye gittim. İki kalas bir heves oyun yaptığımız prodüksiyonlarla da turneye gittim. Kesinlikle turne olmalı diye düşünüyorum. Türkiye’de de şehir şehir değişen kültür algıları mevcut. İstanbul’da oynadığım bir oyuna seyirciden gelen tepkiyle Ankara’da aynı oyunu oynadığımda seyirciden gelen tepki bambaşka oluyor. Mesela Ankara seyircisi biraz daha ciddiye alır. İstanbul seyircisiyse biraz daha eğlenir. Ankara’da tiyatro yaparken üniversite zamanlarımda İstanbul’da turneye gelirdik ve hepimiz şaşkına dönerdik. “Niye güldünüz ki siz şimdi bize?” diyerek… Bu yüzden oyuncu ve paylaşım açısından tartışmasız bir şekilde iyi olduğunu düşünüyorum. Şartların da önemli olmadığını düşünüyorum. Çünkü bir yolculuktur o ve yolculukta iyi anlaşabilen bir ekipseniz o zorluklar çok da etkilemez sizi. Rahatlıklar da sadece ekstra olur.
“Ben bunu mutlaka yazmalıyım, oynamalıyım ya da yönetmeliyim…’’ dediğiniz bir olay, eser ya da durum oldu mu?
Şöyle diyeyim, genelde ne hayal edersen, neyi bedeninde o kadar güçlü bir şekilde tahayyül edersen ya da yaşatırsan onları gerçekleştirirsin diye düşünen bir insanım. Bu nörolojik olarak da artık günümüzde kabul görmeye başlayan bir görüş zaten. Bu artık bir metafizik, mistik işte secret kitaplarındaki bir bilgi değil. Bu bir kenara…
Karakter olarak Hamlet diyebilirim. Benim için çok özeldir. Okula giriş sınavında da Hamlet oynadım. Okurken çeşitli hocalara neredeyse Hamlet’in bütün sahnelerini canlandırarak aslında tüm Hamlet oyununu okulda oynadım diyebilirim. Çok kalabalık bir seyirciye bir Hamlet oyunu oynamak isterdim galiba. Gönlünde yatan aslan ne dersek benim için Hamlet’tir.
Sizin oyuncu olarak tiyatroda yakındığınız, şikâyetçi olduğunuz durumlardan bir tanesini söyler misiniz? Bu noktaya da değinelim.
Pes etmek. Tiyatro kolektif bir yapıdadır. Evet, en nihayetinde seyircinin gördüğü tek şey oyuncunun o andaki performansı. Bu sebepten ötürü de tiyatroya bir oyuncu sanatı diyebiliriz. En son oyuncunun yaptığıyla karşılaşıldığı için. Ama yönetmen, ışıkçı, asistan ve daha başka birimler gibi birçok farklı birimden oluşan bir yapıdır tiyatro. Bir tiyatro oyunu için bu birimler gereklidir. Bu birimler içinde bir süreç izliyorsun. Provaların ilk gününden prömiyere, sonra prömiyerden sezon sonuna kadar akan bir süreç var. Bu süreçte birçok şey olabilir. Ama prova yaparken belirlenmiş olan o ülküyü olabildiğince sezon sonuna kadar taşımak çok önemli. Işıkçısından asistanına, asistanından yönetmenine, yönetmeninden oyuncusuna. Ve en önde egolarımız değil işi tutmak gerektiğini düşünüyorum. Ve bazen bu konuda kafa karışıklığı yaşandığını görüyorum. Yaptığımız iş bizden büyük bir iş. Oynadığımız oyunlar bizlerden büyük oyunlar. Biz yarın öbür gün olmayacağız ama o oyunlar kalacak. O yüzden önemli olan o oyunlar. Bunu ülkü olarak tutmak önemli. Pes etmek dediğim o, oyundan vazgeçip kendi memnuniyetsizliklerimize döndüğümüzde o zaman çatırdamalar olmaya başlıyor.
Tiyatro dergiciliğini ve özellikle tiyatro eleştirmenliğini ne ölçüde takip edebiliyorsunuz ve nasıl buluyorsunuz?
Tiyatro, sanat dergiciliği değil, genel olarak dergicilik bitiyor maalesef. Elimizdeki telefonlarla birlikte artık o haber akışını, o dergilerde okumak istediğimiz her şeyi daha fazla şekilde internette bulabiliyoruz. Ve o dergiler de yavaş yavaş online dergiye dönüşmeye başladılar. Dergiden ziyade maalesef ben de internetten bakıyorum yorumlara, merak ettiğim oyunların eleştirilerine ya da çok olmamakla birlikte birkaç eleştiri yazma stilini beğendiğim eleştirmenlerin eleştirdikleri oyunlara. Fikrim olmasa bile bakarım. Gördüğüm şöyle bir açık var ama: “İşte bilmem ne bilmem ne çok güzel oynamış.” Böyle bir eleştiri olamaz. Güzel diye bir eleştiri olamaz. Ya da ben şunu çok sevdim. Bana ne ki? Senin sevdiğin şeyden bana ne ki? Bir eleştiri değil. Zevkler üzerinden oluşturulmuş bir eleştiri kültürümüz var ve bu da bir eleştiri değildir aslında. Bu nedir? Zevklerini belirtmek olabilir. Eleştiri yazısı için o eleştireceğin konu hakkında belki de oynayanlardan ve yönetenlerden daha fazla bilgi edinmek için bir araştırma yapmak gerek. Bilimsel olmak gerek. Hem utanarak hem hoşuma giderek şunu söyleyebilirim. Bir oyunum hakkında okuduğum eleştirilerden birinde bilgilendim. İşte oyundaki bir cümle Kafka’nın bir kitabındaki bir cümleymiş. Eleştirmen bunu görmüş. Bu mesela bana doğrudan faydalı olabilen bir eleştiri. Yermek ya da yermemek değil de, objektif bir şekilde, araştırması yapılmış bir şekilde incelemek gerek. Ama tabii bizde o kadar gelişmiş bir kültür değil maalesef.
Önceden yer aldığınız bir projenin üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra tekrar yapılmasını (sizinle veya sizden başka bir takım ekiple) nasıl karşılarsınız? Sizde ne gibi duygular, düşünceler meydana getirir?
Mesela bundan 10 sene sonra eskiden oynadığım bir oyunun içinde başka bir rolü oynamak isterdim. Daha olgun bir karakteri. Yaşımın da ilerlemesinden ötürü… Burada yapılacak bu eylemin ne kadar gerekli olduğu ya da yerli mi, yersiz mi olduğu, neden yapıldığı, neden tekrar hayata geçirildiği gibi soruların önemli olduğunu düşünüyorum. Bu soruların cevapları tatmin ediciyse benim için, yapılsın tabii ki.