İkinci öykü kitabı Şikeste, Sel Yayıncılık tarafından yeniden yayımlanan, 2011 Orhan Kemal Öykü Ödülü sahibi Türker Ayyıldız ile “Türkiye’de Öykücülük” üzerine söyleştik.
İyi okumalar.
İlk öykü kitabınız Vapurlara Küsmek’ten sonra ikinci kitabınız Şikeste Sel Yayıncılık etiketiyle yeniden raflardaki yerini aldı. 2011 yılında Vapurlara Küsmek Orhan Kemal Öykü Ödülü’ne layık görüldü ve bu kitap oldukça fazla ilgi gördü, diyebiliriz. Türkiye’deki genel okur kitlesi düşünüldüğünde çokça tüketilmeyen bir tür olan öykü için umut vadeden bir durum. Türkiye’de öykücülüğü konuşmak gerekirse, yakın dönem öykücülerimiz üzerine düşüncelerinizi sorsak size… Çokça üretkeniz ama bu üretkenlik sizce nitelikli mi? Neler düşünüyorsunuz yakın dönem öykücülerimiz için?
Elbette niteliği ön koşul olarak gören ve olması gerektiği gibi davranan pek çok pek çok arkadaşımız var. Farklı öykü biçimlerinde farklı lezzetlerde pek çok kitap sunuluyor bizlere. Ama yıl içinde basılan öykü geneline bakarsak sorunuzun içinde barınan kaygıyı net bir şekilde gözler önüne serebiliriz. Pek çok faktör bu durumu tetikliyor. En canı sıkıcı olan ise öykü öğretilebilir bir tür oldu ve okurdan ziyade, öykü yazanların yahut yazdıranların yarattığı yalancı bir dünya oluştu sanki. Söylemleriyle, imzaları, lansmanlarıyla yetişkinlerin oynadığı bir oyuncak halini aldı. Şahsen bu işten ilk sıkılanlardanım, bakalım bundan sonra bu oyundan başka kimler sıkılacak.
Aldığınız ödülden bahsetmişken sormuş olalım. Edebiyat ödülleri yazarlar için ne mana taşıyor? Motive edici ya da kısıtlayıcı bir etkisi oldu mu sizin üzerinizde?
Vapurlara Küsmek ile değil o zaman ki adı “Dört Kız Bir Oğlan” olan dosyam ödüle layık görülmüştü. Bana en büyük faydası dosyanın kitaplaşmasına faydası olmuştur. Genel anlamda ödüllere bakarsanız aynı isimlere denk gelirsiniz. Ödüle yollanan kitaplar asla okunmaz. O sene kimin elması kızaracaksa ödülü o alır. İki kitabım da toplamda üç baskı gördü. Tüm okurlara canı gönülden teşekkür ediyorum. Benim için en büyük ödül bu olmuştur.
Bir dönem şiir konusunda da eserler vermiştiniz. Yeniden şiire dönecek misiniz ya da yazdığınız şiirleri bir kitap olarak görecek miyiz acaba?
Şiir hâlâ çok sevdiğim, başucumdan ayırmadığım bir sanat türü. 2009 yılında İskenderiye Yayınları’ndan “Kese Kağıdına Sarılı Şeyler” adında bir şiir kitabı yayımlama cür’etinde bulunmuş biriyim. Kitap matbaadan geldiğinde kalbim yerinden çıkacak gibiydi. O heyecanı yaşadım çok şükür. Ama heyecan bitince yazdığım şeylerin şiir olmadığını anladım. Okumak en güzeli.
Hikâyelerinize baktığımızda memleketin belleğinden anlar, unutulmamış acılar ve bozkırın kazanamayışı var. Başka bir söyleşide “Hikâyelerin bellek ve an üzerine kurulu diyebilir miyiz?” sorusu üzerine şöyle diyorsunuz: “Tam da öyle. Çekilen dişin boşluğuna alışmaya çalışan dil gibi. Burada bir şey vardı, şimdi yok. Yahut tam tersi. Yaranın diş ile tanışması. Bu da nereden çıktı? Bu da kim? Hikâyeci acı yaratmaz. Bu olursa yapay olur. Trajik olur. Memleketten insana, insandan memlekete bir şey oluşmuşsa bu görülmelidir.” Buradan yola çıkarak şunu soralım: Toplumsal belleğin geleceğe taşınmasında edebiyatın yeri nerededir? Toplumsal sorunlar, çatışmalar ve hatta sosyolojik bazı durumlar edebiyatta kendine yer edinmeli midir?
Yazar yazdıklarıyla mükellef biri olmasına karşın bana göre topluma ve toplumsal olaylara sırtını dönmemelidir. Ama bunu yaparken arabeskten, göze sokmalardan, fazla romantiklikten, patetik çıkarsamalardan şiddetle uzak durmalıdır. Has edebiyatın gücü buna yeter zaten. Ama siz bir yuvarlak masa etrafında toplanıp bu hafta ne yazalım diyen ekolden geliyorsanız biraz oradan biraz buradan, önceki yazılmışlardan, festival filmlerinden, metinsel arajmanlarla işi kotarırsınız. Kitap eklerinde öveniniz de bol olur. Hele içine biraz kadın hakları, biraz kedi severlik, biraz da cinsellik katarsanız yıldızlı pekiyi ile sınıfı geçerseniz. Toplum mu? Zaten yüzde altmışı o partiye o veriyor, gerek yok deriz, olur biter.
“Doksanlı yılları biz aslında daha önceki yılların yıkıntılarını onarabiliriz sanarak geçirdik. Hiçbir şeyi onaramadık sanırım.” İki binli yıllara baktığımızda durumumuzun doksanlardan daha iç açıcı olduğunu söylemek pek mümkün değil galiba. Öykülerin iyileştirici bir etkisi olsaydı, hangi öykünüzün neyi iyileştirmesini dilerdiniz? Ya da şöyle genişletelim soruyu: Yazacağınız öykülerin iyileştirmesini istediğiniz şeyler neler olurdu?
Öykülerimin iyileştirici bir etkisi olsaydı, biraz bencilce olacak ama beni iyileştirmesini isterdim evvela. İyi değilim çünkü, iyi olamıyorum. Hangi öykü kısmında da hiç ayırım yapmadan söylüyorum hangisi olursa olsun, gerçekten hiç fark etmez.
Kurmaca üzerinden gitmişken başka bir soru soralım: Dünyada futbol liglerinin yerine edebiyat ligleri olsaydı ve edebiyat ligleri insanları televizyon başında, stadyumlarda ve hatta sokaklarda birbirine bağlasaydı, sizin edebiyat takımınızda hangi yazarlar yer alırdı?
Nazım Hikmet kesinlikle kalede olur, Muslera’nın yeşil formasını giyerdi. Sol bek Vüsat O. Bener, sağ bek Ahmet Hamdi Tanpınar, stoperler Sabahattin Ali ve Yaşar Kemal. Orta saha elbette Oğuz Atay, Orhan Kemal, Yusuf Atılgan ve Sait Faik’ten oluşurdu. Forvette ise Sevim Burak ve kesinlikle Füruzan olurdu.
Son olarak Ne Okuyorum takipçileri için 2017 yılında okuyacakları bir okuma listesi rica etsek sizden…
- Özgür Çakır- Yükşehir
- Platonov – Dönüş
- Yusuf Atılgan – Anayurt Oteli
- Elias Canetti – Körleşme
- James Joyce – Finnegan Uyanması
- M. Fırat Pürselim – Akılsız Sokrates
- Henrich Böll – Yolcu, Spartaya Varırsan Eğer
- Füruzan – Parasız Yatılı
- Sait Faik – Alemdağ’da Var Bir Yılan
Zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.