İnsanlık tarihinin utanç sayfaları vardır. Bunlardan biri de yirminci yüzyılın ikinci yarısında Güney Afrika’da yaşanmıştır. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde Ulusal Parti 1948 yılında başlattığı apartheid adı verilen ırkçı ayrımcılık sistemi 1994 yılında tam katılımlı bir seçim ile Mandela’nın seçilmesiyle sona erdirildi. J. M. Coetzee’nin Utanç kitabının konusu da 1997 yılında geçer. Yani ayrımcılık politikası bittikten üç yıl sonra. Kitap 1999 yılında yazılmıştır ve yazıldığı yıl yazarına İngiltere’nin en saygın edebiyat ödüllerinden Booker Ödülü’nü kazandırır. Bu Coetzee’nin ikinci Booker Ödülüdür. Zaten dört yıl sonrasında Coetzee’ye Nobel Edebiyat Ödülü verilir.
Ülkemizdeki ilk baskısı 2001 yılında Can Yayınları tarafından yapılmış, Ocak 2018’de 13 baskıya ulaşmış. Çevirisi İlknur Özdemir tarafından yapılmış ki ben çeviriyi çok beğendim. 24 bölümden oluşturulmuş kitap 258 sayfa. Kitap sade ve akıcı anlatımı ile dikkat çekiyor, bu da kitabı okurluk seviyesi ne olursa olsun okuyanını tatmin ediyor. Ne var ki yüzeysel bir okumayla bile ilgi çeken bu kitap, alt metinlerle beslenmiş. Yazarını ödüllere götüren yol da buradan geçiyor.
Coetzee’nin romanı üç ana kol üzerinden ilerliyor. Romanın kahramanı David bir üniversitede öğretim üyesi. Romanın başlangıç kısmında David’in Soraya adında bir hayat kadınıyla birlikteliği anlatılıyor. Soraya hayat kadınlığını yarı zamanlı olarak yapıyor, bunun dışında toplum kurallarına uygun bir şekilde ailesiyle birlikte yaşıyor. David, Soraya’nın özel yaşamını ihlal edince kadın birlikteliği sona erdiriyor. Bunun üzerine yeni arayışlara giren David çalıştığı üniversitede öğrenci olan Melanie’nin üzerinde nüfuzunu da kullanarak birlikte oluyor. Olayın ortaya çıkması üzerine görevinden ayrılmak zorunda kalıyor ve roman bu olayın üzerine şekilleniyor.
Romanın orijinal ismi “Disgrace.” Aslında “rezalet” anlamına geliyor ama Türkçeye “Utanç” olarak çevrilmiş. Kitabın üniversitedeki olaylarının anlatıldığı bu kısmı için rezalet ismi daha uygun. Zira David yaşadığı bu olaydan sonra pişmanlık veya utanç hissettiğini söylemek zor. Yaptıkları karşısında geçirdiği soruşturmada pişmanlığını dile getirmekten imtina ediyor. Bu davranışıyla Camus’nün Mersault’sunu akla getiriyor. Yaşam şartlarının onu zorlayacak olmasını bile umursamıyor. Aslında beraber olduğu kadınlara karşı bir sevi de beslemiyor, onları sadece arzuluyor, hatıralarında hep cinsel içerikli kısımlar var. Cinsellik yaşadığı kadınlara karşı takıntılı olduğu söylenebilir. Tam bir antikahraman olarak portresi çiziyor.
Romanın ikinci ve üçüncü kolu iç içe girmiş bir şekilde işleniyor. Üniversiteyi bıraktıktan sonra bulunduğu şehri terk edip siyah ırkın baskın olduğu bir bölgede yaşayan kızı Lucy’ye ziyarete gidiyor. Kısa bir süre için planlanan gezi, kızının evinin basılıp tecavüze uğramasıyla uzuyor. Kızına destek olmak amacıyla oradaki yerleşik yaşama uyum sağlamaya çalışıyor. Boş durmamak adına gönüllü olarak veterinerlik yapan kızının bir arkadaşı olan Bev’e yardımcı oluyor. Burada esas yaptığı iş köpeğini pansiyona bırakıp almayan insanların köpeklerinin uyutulması.
İşte bu kısımda utanç gerçek anlamda ön plana çıkıyor. Aslında eşcinsel olan Lucy’nin uğradığı tecavüzle yaşadığı utanç ve bunu kabullenip hazmedebilme çabası. Bununla paralel olarak ilerleyen Bev’in çok sevdiği köpekleri iğneyle uyutmasının verdiği utanç. Yazar bu iki olayda utanç hissini okuyucuya çok iyi geçirmiş.
Kitapta ırkçılık aleyhine doğrudan bir söylem ya da eylem yok. David’in düşünce yapısı üzerinden hissettiriliyor. Hikâyenin anlatıldığı zaman dilimi hassas bir dönem. Irkçılık yasası yürürlükten kaldırılmış olsa da bu yasayı içselleştirmiş olan David’in siyahlara karşı bakış açısını değiştirmemiş olması gözden kaçmıyor. Kızının yanına geldiği bu dönemdeki David Yakup Kadri’nin Yaban’ını hatırlattı bana biraz. Bir profesör ve bir beyaz olarak buradaki yaşamı ve yaşayanları zavallı olarak görse de aslında kendisi onların yapabildiklerini becermekten çok uzak. Yazmaya çalıştığı Lord Byron Opera’sı –hatta yazıp da değiştirdikleri- kişiliği hakkında önemli ipuçları veriyor.
Kitabın Türk okura sorunlu gelebilecek birkaç kısmı var. Lucy’nin polise tecavüzü bildirmemesi ülkemizde de anlaşılabilir bir şey. Ama babasının desteğiyle de olsa başka bir bölgeye taşınma veya ülkeyi terk edebilme şansı varken bunu yapmayıp, topraklarını çalıştırdığı bir siyaha kaybetmesi ve dahası sadece korunmak adına onun üçüncü karısı olmasını kabul etmesi, yenilgiyi kabul etmemek isteğiyle açıklanamayacak kadar büyük olaylar. Burada da alt metinler devreye giriyor aslında. Lucy’ye ne kadar kızsak da Coetzee aslında bu seçimin nedenlerini satır aralarına gizlemiş. Tabi dönemin Güney Afrika’sını anlamak da buna dahil.
Kitabın final cümlesi başka bir tartışma açıyor aslında. “Evet, ondan vaz geçiyorum.” cümlesi David’in olaylara karşı edilgen tavrından vazgeçip kararlar almaya başladığını mı, yoksa hayatın akışı karşısındaki kayıtsızlığının hiç değişmediğini mi gösteriyor kararını da siz okuyanlara bırakıyorum.
Afrika Edebiyatının bilinirliği ülkemizde fazla olmasa da Coetzee görece olarak çok bilinenlerinden. Yine de bence hak ettiği düzeye gelebilmiş değil. Coetzee’nin “Utanç”ına kesinlikle bir şans vermelisiniz.