Paul Strathern, bir kitabında “Çağımız asıl eleştiri çağıdır, ki, her şey eleştiriye tabii tutmalıdır kendisini.” der. Fakat çağımız eleştirinin oldukça uzağında durmayı tercih ediyor. Halbuki Azra Erhat’ın da dediği gibi “Eleştiri, yerin dibine batırmak değildir, olamaz.” İşte bu sebeple insanların bir kitap için hissettiği bütün duyguları ve ürettiği bütün düşünceleri özgürce söyleyebileceği bir seri oluşturmak istedik.
“Ne Okuyoruz?” Kitap Kulübü, olumlu eleştiriyi severek paylaşan fakat olumsuz eleştiriyi görmezden gelen yazarların aksine tam da gerektiği şekilde eleştirmeyi amaç edinen bir oluşum olma hayaliyle yoluna başlıyor.
Dördüncü bölümünde 2021 yılında çıkan ve Paulina Flores’in yazımı dört buçuk yılını alan ilk romanı Aldanış Adası’nı (Notos Kitap, 2023) konuk ediyor.
Umarız ada yolculuğumuz sırasında keşfettiğimiz tüm hisleri siz de saklandığı yerden çıkarırsınız, iyi okumalar dileriz.
*
Öyküm: Ben ilk sözü sana vermek istiyorum. Bakalım neler diyeceksin ilk izlenim olarak?
Aziz: Paulina, eğer Nilay Özer’i tanısaydı şiirinden referans alarak Lee için şunu söylerdi: “Dünyada bir yer burası, yaptığını beğendin mi?” Bu sabah yürürken aklıma geldi bu şiir. Lee’nin gidişini en güzel bu dize anlatıyor bence. Paulina öyle güzel işlemiş ki gitmesini, ben sanırım en çok bu kısımda etkilendim. Sanki bizim evden ya da oturduğumuz masadan kayboldu. Betimlemeleri, ada, aşk, aile… Kitabı okurken sanki her şey bizim arka mahallede gerçekleşiyor gibiydi sanırım bu yüzden ada bizi çok etkiledi.
Öyküm: Kitaba sondan başlamak da bir insana ancak bu kadar yakışabilir. Okuyan diyecek ki ayol Lee kim? Ben de derim ki “Erkeğin biri.” Sanırım kadınlar bu gidişi o zaman zihinlerinde normalleştirebilir. Ama gerçekten bir odadan başka bir odaya geçer gibi gitti.
Kaç kişi okuyup bu adayı sevecek olursa olsun bence de bu ada bizim adamız gibi Aziz. :)
Ama dur önce biraz olayı anlatalım. Çünkü Marcela’ya söylemek istediğim birkaç çift lafımdan birisini söylemek isterim.
Aziz: Marcela… Nasıl anlatacağıma karar verememiştim sonra silmişim kafamdan. :) Önce işini gücünü bırakıyor sonra Diego’nun kendisini aldattığını bahane ederek şehri terk ediyor ama önce kendisi onu defalarca aldatıyor. Garip bir karakter…
Öyküm: Her şeyden önce beni kitaba çeken cümle Notos Dergi‘deki röportajında Paulina’nın söylediği şu cümle olmuştu: “Bana göre denizlere yol alacak olsaydım sadece denize açılmak kendi başına bir ödül olurdu.” Ondan sonra dedim ki bu ada sanırım beni içine çekecek ve ben ne olduğunu şaşıracağım. Kitaba başlarken Marcela henüz ortalarda yok. Halbuki Paulina’nın göbek adını verdiğini öğrendiğim Marcela’yı dört gözle bekliyordum. Kendisi yazarken epey sinirlenmiş bu karaktere. Ki haksız mı? Kesinlikle değil. Sonunda Marcela, Lee’nin denizde boğulma tehlikesi geçirirken babası ve arkadaşları tarafından kurtarılmasından sonra kendi hayatı ve çekilmez bakış açısıyla konuya dahil oluyor.
Parayı seviyor. Parasız kalmak istemiyor. Ama yan gelip yatmaktan da keyif alıyor. İlk defa bir işten çıkarılma olayından sonra allak bullak oluyor ve babasının yaşadığı adaya bir seyahat düzenliyor. Öylesine, habersiz, bir gece yarısı aniden dedikleri gibi… Ama kendisini anlattığı bir cümle vardı bak sonrasında ne kadar haklı olacağını bilmeden altını çizmişim: “Teslim mi olmuştu, sınavı başaramamış mıydı, gerekli yeteneğe mi sahip değildi? Niye bu kadar vasat sahte ve korkaktı?” Sence niye Aziz?
Aziz: Arayış içindeydi. Hâlâ kabullenemediği terkedilişler vardı hayatında bence. Bir erkeğe kendini kabul ettirme, bu durum babadan ya da sevgiliden cevapları alana kadar durmadı zaten. Terk edilip adaya gittiği zaman bile sevgilisinden bir ışık bekledi ama istediği gibi olmadı. Adamın ona yaptığı tek geri dönüş yeni kız arkadaşıyla arasının kötü olduğu için ondan yardım istediği telefon görüşmesi oldu. Marcela’nın bir şeylerden vazgeçmesi için hep canını yakacak somut olaylara ihtiyacı oldu bence.
Öyküm: O da ayrı sinir olduğum bir durum. Yahu başka insan mı yok böyle bir şeyi anlatacağın be adam? Neden gider de eski sevgiline sanki onca yıl hiçbir şey yaşamamışsınız da gerisinde bıraktığı kadın günlerdir yolunu gözlemiyormuş gibi telefon açıp anlatırsın? Böyle bir genişlik karşısında bakış açımın ne kadar daracık olduğunu fark ettim.
Aziz: Çünkü biliyor Marcela’nın onu dinleyeceğini. Evet bağlılık yemini etmemiş ama hep orada olduğunu ve onu arzuladığını biliyor. Zaten tam tersi olsaydı ve erkek arkadaşı dön deseydi tekrar döneceğini de biz biliyorduk.
Öyküm: Peki gelelim tüm bu duygusal geçişlerini anlattığı Lee’ye ve baba Miguel’e… Lee, yaşadığı travmadan mıdır nedir sessizlik içinde hayatını geçiren bir Çinli. Araştırmalar başta kendisinin bir mahkûm olduğunu gösteriyordu, sonra bir mülteci… Sonuç olarak Marcela’nın babası Miguel, kaptana onu emniyete teslim edeceğini söylediği halde teslim etmedi ve gizlice barakasında baktı. O süreçte evinde istemediği öz kızı da Lee ile yürüyüşlere çıktı. Ama ne yalan söyleyeyim hiç cevap vermeyen bir insanla böylesine akıcı bir şekilde tek taraflı görünen ama bayağı iki taraflı bir iletişim gerçekleştirmiş olmalarına hayran kaldım. Lee kaş göz işareti bile yapmıyordu yahu nasıl anladınız “evet” dediğini mesela…
Aziz: Lee kitaba dahil olduğu andan itibaren ilgi çekmeyi başardı. Tabii bunu bilerek yapmıyordu gemideki arkadaşlarıyla iletişimi, kaptanla olan ilişkisi bir şekilde Miguel’i etkiledi. Ne yalan söyleyeyim eve alıp onu emniyete teslim etmemesi bana “Acaba sevgili mi olacaklar?” diye sordurttu bir an.
Öyküm: Ahaha! Aklın yolu bir. Ben de o ilk andaki tavırlarından Miguel ve Lee arasında bir şey bekledim.
Aziz: Marcela’nın cevap beklemeye ihtiyacı yoktu bence sadece anlatmak istedi. Yeni biriydi Lee ve insan yeni birini tanıyınca sorgusuz sualsiz anlatma isteği duyar. :) Çünkü biliyor yargılanmayacak. Ben şuna sinir oldum hiçbir zaman dönüp “Nasılsın?” demedi Lee’ye. Kafasında kurduklarıyla hayatını merak edip araştırdı sadece.
Bunu düşünmeme sebep olan şey en başta söylediğim gibi Marcela gelir gelmez babasının ona otel yolunu göstermesi…
Öyküm: Yahu zaten Marcela, Diego’dan başka bir şey de anlatmadı. Ağaçlar, kuşlar, balıklar, Diego. Ama kendisini eleştirdiği kısımlarda büyük saygı duydum Marcela’ya. Mesela “Ama bir yandan da zalimim. Daha doğrusu Diego ayrılırken öyle demişti. Nasıldı? ‘Hepimiz yaralıyız Marcela. Hepimizin kalbi kırık, tabancamız dolu. Ama sen ateş edenlerdensin. Sen zalimsin,’ deyip elini tabanca gibi tutarak şakağına ateş eder gibi yaptı. Kolu aşağı düştü, omuzları ve sırtı düştü.” Ayrıntılar bu düşünceye inandığını belli ediyor sanki. Ve şu: “Öğrendim aslında. Yani uyuşturucuları daha iyi kullanmayı öğrendim. Duygusal eğitimime gelince, sınıfta kaldım, hatta daha beteri, kaydımı dondurdum, mühendislik ve sinemada yaptığım gibi.” Hayat Marcela’ya gülmemiş belli ama o da kimseyi güldürmeyi becerememiş aynı zamanda.
Ve babanın Lee ile tanıştırma adımını sonraki güne bırakması…
Aziz: Haklısın, Marcela’nın pek hali yoktu zaten güldürmeye ya da yardım etmeye. Yardım için koştuğu ilk yerden postalanmaya çalışılması daha çok kalma arzusu yarattı onda, o yüzden gitmedi adadan. Aslında sınıfta kalan Marcela değil Miguel’di. Hiçbir zaman kucak açmadı ona.
Miguel nedense Lee ile aralarına kimsenin girmemesini istedi.
Öyküm: İşte bu yakınlığı anlamlandıramadım. Acaba yalnızlık ve sonunda kendisine cevap veremeyen biriyle doğru bir iletişimi kurabileceğinin, tabiri caizse iplerin kendi elinde olacağının rahatlığı mıydı bu?
Aziz: Olabilir aslında. Paulina bunu şöyle açıklıyor: “Biriyle tanıştığımızda içimizde çok güçlü bir şeyin bizi hikayeler anlatmaya zorladığını inkâr edemeyiz: ilk aşkımızın hikâyesini, kimliğimizin hikâyesini, eğitimimizin ya da tutkularımızın hikâyesini. Bu hikâyeler, çok eğlenceli olmanın dışında, bütün hayatımızı hatırlayarak geçirdiğimiz hikayelerdir. Kahramanları zaman içinde değişebilir ama hep aynı şeyden bahsederiz: aşktan ve kimlikten.” Baba kimlik derdinde kızı aşk…
Öyküm: Bak kesinlikle konuşmamızı okuyanlar şunu merak edecektir. “Neden bir aşk beklediniz ki?” Açıkçası beni tetikleyen yine röportaj olmuştu. Paulina’nın cümleleri… “Biriyle tanıştığımızda içimizde çok güçlü bir şeyin bizi hikâyeler anlatmaya zorladığını inkâr edemeyiz: ilk aşkımızın hikâyesini, kimliğimizin hikâyesini, eğitimimizin ya da tutkularımızın hikâyesini. Bu hikâyeler, çok eğlenceli olmanın dışında, bütün hayatımızı hatırlayarak geçirdiğimiz hikâyelerdir. Kahramanları zaman içinde değişebilir ama hep aynı şeyden bahsederiz: aşktan ve kimlikten.“
Ahaha yok artık. Aynı anda aynı şeyi yazmak mı…
Aziz: Senin deyiminle “Öyküm sen ben misin?”
Öyküm: Ahah Aziz bence sen bensin ya…
Bu arada bence Marcela da kimlik derdindeymiş bir zamanlar. Kendini anlattığı bir yerde teninin oldukça esmer olduğundan bahsediyor. Bu durum ötekileştirmeyi doğurmuş olabilir. Sonucunu çok para kazanmakla bulmuş Marcela bence. Paran olunca değer görürsün diyor Marcela, olmayınca eksikliği bir kâğıt parçasından fazlası olabilir o zaman. Aman Allah’ım yavaş yavaş Marcela’yı anlıyorum galiba…
Aziz: Marcela’ya hep nötr kaldım kitap boyunca çünkü kendini arıyordu doğru veya yanlış bir yolda. Onu bu yola iten ailesinde ve sevgilisinde hiç suç aramadık aslında. :)
Öyküm: Ben Diego’yu içimde bir yerlerde cehennem ateşlerinde yaktım. Sen gönlünü ferah tut. :)
Aziz: Lee ile iletişimleri hakkında son olarak şunu söylemek isterim. Senin de dikkatini çekmiştir. Çok az translate kullanıyorlar, böyle bir imkân varken bundan kaçıyorlar.
Krizlerden kriz beğen Diego…
Öyküm: Ve interneti onunla iletişim kurmak için değil ona sormadan hayatını ve Çin’i araştırmak için kullanıyorlar.
Aziz: Evet, ipler hep onların elinde olmalıymış gibi…
Öyküm: Peki dur şimdi bu durumdaki tepkilerine oldukça şahit olmuş biri olarak sormak istiyorum. Lee ne zaman konuşmaya başladı Aziz, söylemek ister misin? Ben konuşursam hayran faksı gibi erkeklere uzun uzun söverek söylemek zorunda kalacağım ahah!
Aziz: Hahaha bunu konuşmuştuk aramızda, bingo! Marcela ile ilk ve son sevişmesinden hemen sonra konuşmaya başladı. :) Eh be adam hayatın kaymış denizin ortasında, hiçbir şey söylemiyorsun. Seviştikten hemen sonra mı çözülüyor dilin?
Ve hüsran! İlk seferde cinsel ilişkiye giremiyor bile ve özür diliyor hahaha!
Öyküm: Birileri etrafında pervane olurken onun iletişimi için çaba gösterirken, Marcela gözünün önünde eski sevgilisinin bıraktığı enkazda debelenirken Lee beyefendi bayağı keyifliymiş demek ki. Konuşacak kadar ciddi bir şey görememiş. Ne zaman ki cinsel ilişkide hüsrana uğruyor işte o zaman cevap veriyor. Çince filan da değil üstelik, aynı dili konuşabiliyorlar. Halbuki baba kız İspanyolca, İngilizce kaç dil ile tekrarlar yapıyorlardı.
Marcela’nın gardının ne kadar düşük olduğunu da belirtmek isterim burada. Sırf bir cinsel ilişki ki onu da oldukça başarısız bir şekilde yaşadıktan sonra Marcela Lee’yi arayıp duruyor sürekli. Dur daha dün ağlıyordun Diego’ya…
Aziz: Marcela işte tam burada delirtiyor insanı. Dur be kızım yani bu kadar arzu ve tutku bu bünyeye fazla. :)
Öyküm: Ki Lee ile sevişmelerinden önce de bir libido artışından söz ediyordu Marcela. Biraz denk gelmiş gibi hissediyorum ne dersin?
Baktı ki Lee ile konuşarak olmuyor başka bir iletişim yöntemi denemek istemiş olabilir. Çünkü Lee’nin kendisini izlediğini, başka şeyler yaparken de onu gözleriyle takip ettiğini fark ediyordu Marcela.
Aziz: Evet olabilir, kendini başkasının kollarına atma ya da Lee’ye yara bandı muamelesi yapmak.
Lee’de buna açıktı, bekliyordu aylarca gemide kadın yüzü görmeden sadece hayallerindeki kadınları anlatıyordu arkadaşlarına ve kaptana…
Öyküm: Bir yerde Lee ve sonrasında kendisi gibi denize düşen fakat boğularak ölen iki arkadaşının olduğu o gemi hikayelerine geri dönüyor Paulina Flores. Orada yakaladıkları kalamarlar hakkında bir cümle okumuştum. Kitabı bitirip şöyle bir üstünden geçtiğimde bu anlatılan kalamarın Lee’ye ne kadar benzediğini fark ettim. “Birbirlerini okşamaya çalışır gibiler. Elleşen ergenler misali beceriksizce oynaşıp gözleri açık öpüşüyorlar sanki. Aslında niyetleri öldürmek. Kalamarlar yırtıcıdır, dokunaçları güçlü kaslarla donanmıştır, kafalarının ortasında avlarını parçalamak ve yamyamlık etmek için kullandıkları bir gagaları vardır.” Ergenler gibi oynaştılar, öpüştüler, birbirlerine dokundular ve sonunda Lee senin de tabirinle masadan kalkar gibi bir anda çıktı hayatlarından. Ne Miguel onca zahmete ve hassasiyete rağmen peşine düştü ne Marcela bulabildi izini… Bir nevi öldürdü geride bıraktığı kadını Lee. Kalamarların yaptığı gibi…
Aziz: Lee’nin bu durumunu Kaptan Park’ın şu cümlesiyle özetleyebiliriz aslında: “Üzülme,”diyor başını kaldırarak. “Farklı yönlerde ölebilirsin, çünkü kalbin gelen geçen her şeye açık.”
Kesinlikle katılıyorum bu benzetmene. Kitabı konuşmadan önce çok bekledim Paulina’nın Lee’yi bir kalamara dönüştürmesini. Ve martı efendi onu kapıp gitseydi tam beklediğim bir son olurdu. :)
Öyküm: Kaptan Park bir imzanızı alabilir miyim? Şahanesiniz.
Aziz: Gerçekten şahane laflar ediyor Kaptan Park. :)
Lee’ye tek yardım etmek isteyen Miguel değil aslında Kaptan Park da el uzatıyor. Zaten en uzun konuşmayı onunla yapıyor beyefendimiz sonra her açılan kapıyı kapattığı gibi onu da kapatıyor…
Öyküm: Lee dünyaya bir daha gelseydi kapı kolu olurdu bence de. Her kapıyı kapatıyor ve açılmasını engelliyor. Ancak biraz uğraş verirsek kendimiz açıyoruz. O da marifeti kendinde sanıyor…
Aziz: Ama Paulina bu kapıları bize öyle güzel anlatıyor ki insan ne düşüneceğini şaşırıyor. Yaptığı anlatımlar, betimlemeler kulağa öyle güzel geliyor ki okuyup gözleri kapattığın an film başlıyor. :)
Öyküm: Ben bundan öncesinde Paulina Flores’in öykü kitabını da okumuştum. Notos‘tan çıkmıştı yine “Ne Rezalet” O zaman tanışmıştım betimlemeleriyle ve aynı hayranlığı hissetmiştim. Aldanış Adası’ndaki şu betimleme nedir mesela: “Marcela kendini lavabonun karşısında, ayakta buldu; eskiden aynanın durduğu yere bakıp duşun damlamasını dinliyordu – bunca zamanda musluğun Mors alfabesini öğrenip tesisatçı çağırsın diye yalvarmamış olması şaşırtıcıydı.” Veya bu, en sevdiğim cümlelerinden biri olmuştu: “İç çekmek düşünülüp gerçekleştirilmeyen, bastırılmış bir öpücüktür.”
Muazzam bir anlatı. Sarhoş olsam böylesi bir benzetme aklıma gelmezdi. Bu ulaşılmaz yetenek beni büyülüyor.
Aziz: Gerçekten müthiş. Benim de ilk öykü kitabını acilen okumam şart oldu artık.
Öyküm: Ne Rezalet’ten alıntı bile yapmadım daha düşün. :)
Aziz: Ve gözden kaçırmamalıyız her şeyi müzikle, şiirle anlatmaya devam etmesi bana müthiş bir keyif verdi. Röportajında şunu söylemiş zaten: “Nasıl olursa olsun aklıma gelen ilk şey müziğin açıklanamayacağı, ya hissedersiniz ya da hissetmezsiniz, o kadar.”
Hissettiği ne varsa önümüze sermiş durumda. :)
Öyküm: Evet bu sebeple okuru kitabın sonunda Paulina’nın kitabı okurken dinlediği müziklerin olduğu çalma listesine ulaştıracak bir karekod karşılıyor.
Kendisinin yaşadığı gibi okurunu da aynı gezegende yaşatmak istiyor yazar. :)
Aziz: Bunların dışında can alıcı soruyu sormak isterim sen en çok kimi sevdin bu kitapta? Ben buna cevap vermek için can atıyorum hahaha! Sebeplerim var. :)
Öyküm: Benim önceliklerim yine hayvanlar olacak galiba. Julia adlı köpeklerine seni seviyorum diye seslenmek istiyorum buradan.
Ama karakter olarak Emilio galiba, geminin kaptanı ve Miguel’in en yakın arkadaşı. Adada kendisine bir hayat kurmasına yardımcı olan insan. Muhabbetimize hiç konu olmadı ama daima doğrucu davut. Lee’yi teslim etmesini söyleyen de oydu. Kendisinin varlığından haberdar olmadan karısına zamanında göz koyan Miguel’e tartışmadan, atışmadan çok iyi de bir cevap vermişti buluşmaya kendi giderek ahah!
Senin karakterini merak ettim şimdi.
Aziz: Beni tavlayan, hiç bahsetmedik ama, Karmen’in kocası oldu ne alaka diyeceksin ama bitkileri sevmesi ve durumu şu sözlerle açıklaması: “Bitkiler bana can veriyor“, “Tarlalara kadar yürüyüp sonunda onları görmek… Canım yemek çekermiş gibi. Nasıl anlatacağımı bilemiyorum ama iştahım açıldığındaki gibi bir his bu, yani verdikleri can.”
Sanırım tekrar tekrar okuduğumda tek cevap oldu ve beni müthiş etkiledi. :)
Öyküm: Aynı kişiyi seviyoruz işte. Emilio onun adı. :)
Aziz sen bensin ya… Bu cümleyle bitirmek de bize yakışırdı hahah!
Aziz: Hahaha! Gerçekten bu cümle kitabın bizim için özeti oldu sanırım.
*