‘‘Aşağıda yatıyorum
Sokağa bakan pencerenin yanındaki divanda
Bir ses birden bir olay oluyor
Kulağımın dibinde
Bir dal cama vuruyor
Tezer’’
Can Yücel
Can Yücel’in kalemine misafir olmuş kırılgan bir yürektir Tezer Özlü. Naif ruhu, naif bir yaşam hediye etmiştir ona. Bu nedenle de ‘edebiyatın lirik prensesi’ olarak adlandırılmıştır her daim.
Bütün derdi yaşam denilen garip süreçledir. Bütün ruhuyla sarsıla sarsıla hissetmiştir yaşamı. Öyle ki ruhu onun küçük bedenine fazla gelmiş ve ruhundaki tortuları ‘anlatı’ tarzıyla bizimle buluşturmuştur.
Kafka, Pavese, Svevo en sevdiği yazarlardandır. Bu üç yazarın hayat çizgilerini takip etmiş hatta bu yazarların hayatlarına dokunma isteği ile yaptığı yolculuklarla ‘gerçek mutluluklar’ tatmıştır. Nitekim Pavese’nin hayatına dair iz sürmek için çıktığı bir yolculuk ona çok kıymetli bir bilgiyi armağan etmiştir:
‘‘Pavese’nin doğduğu gün doğduğumu şaşarak öğreniyorum: 9 Eylül. Ben gece yarısından sonra. Ama Anadolu’da gece yarısı geçtiğinde, Stefano Belbo’da henüz belki de gece yarısı olmamıştı. Aynı gün, aynı yıl değilse de.”
Düzene, topluma, kurallara korkusuzca bakan bir kadındır. Uçurumun kenarına kendi isteğiyle gitmiş ve defalarca aşağıya süzülmek istemiş bir çılgındır Tezer.
Arayış içinde bir ömür geçirmiştir. Belki de aradığı kendidir. Henüz küçücükken ablası ile uzun yürüyüşlere çıkmış ve bu yürüyüşleri ”Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni.” cümleleriyle adlandırmıştır.
Tezer Özlü tek bir kelime, tek bir cümleyle anlatılacak kadar tek görünümlü değildir. Çocukluğundan genç kızlığına daha sonra da evliliğine ve annelik duygusuna kadar her şeyi iliklerinde hissetmiş, bunları okuyucularına da hissettirmiştir. Belki de bu yüzden akıl hastanelerinin soğuk odalarına mahkum olmuş ya da tek bir insanla yaşamamıştır. ”Bu kahrolası yeryüzünün o büyük yalnızını ne kadar çok seviyorum.” diyen Pavese gibi kimseyle kalamamıştır. Hiçbir yere bağlanamamıştır. Belki de bu yüzden nereli olduğu sorulduğunda daima ”Hiçbir yerliyim.” cevabını vermiştir. O, içinden ne geliyorsa ona göre yaşamayı hayat düsturu edinmiştir.
Bu hayat düsturu sebebiyle genç yaşında Avrupa seyahatine çıkmıştır. Bu seyahatte yolu Paris’e düşmüş; Paris’te ilk aşkı tiyatrocu ve yazar Güner Sümer’le tanışmıştır. Bu aşk, epey yağmurlu bir günde romantik bir şekilde başlamıştır. Aslında aşklarının başlama hikayesi tam da Tezer Özlü’nün naif ruhuna uygundur. 1964 yılında büyük bir aşkla evlenmişlerdir. Paris günlerinin ardından çift evliliklerini Ankara’da sürdürmüştür. Güner Sümer, Ankara Sanat Tiyatrosunda çalışmış; Tezer Özlü de Ingmar Bergman, Kafka, Heinrich Böll gibi birçok yazarı Türk edebiyatına kazandırmıştır.
Tezer Özlü’nün kırılgan ruhu evliliklerinin üzerine kara bir bulut gibi çökmüştür, bir süre sonra Tezer Özlü bu evlilikte aradığını bulamadığını fark etmiştir. Bu sürede Tezer Özlü’ye manik-depresif tanısı koyulmuş, evlilikleri kopma noktasına gelmiştir. Çiftin evlilikleri bir süre sonra da noktalanmıştır.
Tezer Özlü 1968 yılında, boşanmalarının ardından, İstanbul’a taşınmıştır. 1967-1972 yıllarında Tezer Özlü birçok kez psikiyatri kliğine yatırılmış ve elektroşokla tedavi edilmek istenmiştir.
Hayranı olduğu Pavese gibi intihar eğilimlidir. Hayatında söz sahibi olduğu kadar ölümünde de söz sahibi olmak istemiştir. Ancak ölüm onun kapısını bir hastalıkla çalmış ve lirik prensesimizi bizden almıştır.
Kitaplarında oldukça samimidir, cesurdur. Kitaplarını adeta ruhunun dehlizlerini ortaya dökmek için yazmıştır. Kurgu yöntemini seçmek yerine kendini anlatmayı daha doğru bulmuş, yaşamının birçok bölümünü “Yaşamın Ucuna Yolculuk” , “Çocukluğun Soğuk Geceleri” ve “Kalanlar” kitabında sunmuştur.
Çocukluğun Soğuk Geceleri kitabı bu anlamda ayrı bir önem arz etmektedir. Çocukluğundan başlayarak klinik günlerine kadar her şeye bu kitabın satırlarında dokunmuştur. O, ruhunu defalarca kanatmaktan çekinmemiştir. İşte yine bu nedenle ölüme yakınlığına tanık oluruz bu satırlarda:
”Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı. Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel gözükmesi için gün boyu hazırlıklar yapıyorum. Sanki güzel ölü bir gövdeyle öç almak istediğim insanlar var.”
Bizim hayranlığımız böyle kitaplar yazmayı becerdiğine mi yoksa böyle bir hayatı yaşabildiğine midir inanın bilmiyorum. Ancak yazarın bunu anlatma nedenlerinden biri de şüphesiz onu okuyanların da bu durumla yüzleşmesini istemesidir. Nitekim o aldığı eğitimin bile bir parçası olmayı reddetmiş özgür bir ruhtur:
”Bu kitapta bir şoku anlatmak istedim. On bir yaşındaki bir Türk burjuva ailesinin çocuğunun, yirmi yaşına dek okumak için gönderildiği İstanbul kentindeki çeşitli yabancı okullardan biri olan Avusturya Okulunda karşılaştığı Batı kültür ve eğitiminin yarattığı şoku.”
Yeni bir aşk Tezer Özlü’nün kapısını çalmıştır. 1968’te Türk sinemasının değerli yönetmenlerinden Erden Kıral’la evlenmiş; evliliklerinden birkaç yıl sonra 1973’te kızı Deniz dünyaya gelmiştir. Ancak Tezer’in ruhu bu evliliği de rahat bırakmamıştır. Ait olamama hissi Erden Kıral ve Tezer Özlü’yü boşanma aşamasına getirmiştir. Çift boşandıklarında kızları Deniz on yaşındadır ve Deniz de tıpkı annesi gibi duygularını en uç noktasına kadar yaşamaktadır. Annesi ve babasının boşanmalarını affedemeyen Deniz onlarla altı ay konuşmamıştır.
Deniz Kıral’ın annesiyle 1985 yılında gerçekleştirdiği röportaj Tezer Özlü’yü daha da yakından tanımamız için eşsiz bir mirastır.
Deniz Kıral, annesine ”Başından inanılmayacak garip ya da komik bir olay geçti? Anlatır mısın?” sorusunu yöneltmiş; Tezer Özlü de bu soruyu ”Başımdan çok garip olaylar geçti. En garip olay sevdiğim halde Erden’den severek boşanmak.” şeklinde cevaplamıştır.
Tezer Özlü’nün hayatının iki önemli noktası vardır. İkisi de aynı derecede güçlü, ikisi de aynı derecede tehlikelidir: ‘Ölüm’ ve ‘aşk’
Nitekim Tezer Özlü bu boşanma kararını da bu iki noktadan beslenerek almıştır. Tutkulu bir kadındır.
Erden Kıral’la evliliklerinin son yıllarında burs kazanarak Berlin’e gitmiştir. Berlin, Tezer Özlü’nün bir anlamda nefes aldığı ve üretmeye başladığı bir yer olmuştur. Yazar Ferit Edgü’nün ‘Hakkari’de Bir Mevsim’ romanını sinemaya aktarmak isteyen Erden Kıral’la senaryo şamasında çalışmıştır. Erden Kıral, Tezer Özlü’nün özverili çalışmaları sonucunda filmini tamamlamış, 1983’te Berlin Film Festivali’nde yarışmış ve ‘Gümüş Ayı’ ödülünü kazanmıştır.
Berlin’de olduğu günlerde ‘Bir İntiharın İzinde’ romanını Almanca olarak kaleme almıştır. Tezer Özlü bu romanla Marburg Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür.
Ancak bu süreç de Tezer Özlü’yü yormuş, Berlin günlerine ve Erden Kıral’ın büyük başarısına şu sözlerle isyan etmiştir: ‘
‘Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim. Serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanlar bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım.”
Ancak yine de yazma tutkusuna yenik düşmüştür Tezer Özlü. 1984 yılında ‘Bir İntiharın İzinde’ romanını Türkçeye çevirmiştir. Kitabı çevirirken kitabın adını ‘Yaşamın Ucuna Yolculuk’ olarak çevirmeyi uygun görmüştür.
Tezer Özlü bu romanında da kendi ruhunun dehlizlerine bir yolculuk yapmıştır. Bu yolculukta hayranı olduğu yazar Pavese’nin intihar ettiği otelde, hatta onun intihar ettiği 305 numaralı odada kalmıştır.
Berlin günleri ona üçüncü bir aşk hediye etmiştir. Hans Peter Marti, Tezer Özlü’den on yaş küçüktür ve Tezer Özlü için oldukça kıymetlidir. Bu aşka gölge düşüren şey ise bu sefer Tezer Özlü’nün hiçbir yere, hiç kimseye ait olamama durumu değildir. Tezer Özlü hastalanmıştır. Göğüs kanseri teşhisi çifti bir anlamda zorunlu olarak birbirinden koparmıştır.
Tezer Özlü 18 Şubat 1986’da aramızdan ayrılmıştır. Lirik prensesimiz yaşam ile ölüm sınırında dolaşırken bir hastalığın elinden kurtulamamıştır. Eşi Hans Peter Marti’ye evden birkaç eşyasını almak için uğradığı bir günde ona ”Beni yalnız bırakma.” diye seslenmiştir, bu özgür ruh ‘yalnız’ ölmüştür.
Kitaplarında kendine sorduğu soruları üstümüze alınmamız da belki de Tezer Özlü’ye inancımızdan kaynaklanır. Edebi bir kaygı taşımayan yazar ‘kendini’ ve ‘kendimizi’ sorgulatmayı başarır.
”Şunu öğrenmelisin. Sen hiçbir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur.”
”Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey. Hiçbir korku…”
”Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun.”
”Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle, okullarınızla, işyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım.” diyebilecek kadar cesur, bu cümleleri yaratabilecek kadar zekidir. Hayatı tüm eksik yönleriyle algılayabilecek kadar gerçekçidir. ‘Deli’ olarak etiketlenecek kadar delirmiştir gerçekten. Doğrusu kim bu hayatı tam anlamıyla algıladığında akıllı olarak kalabilir ki?
Tezer Özlü yaşamı algıladığı için delirdi. Ve bu ülkenin Tezer Özlü gibi delilere ihtiyacı var.