Rus ve dünya edebiyatının önemli yazarlarından Tolstoy’u doğum gününde “Üç Soru” isimli öyküsüyle anıyoruz.
İyi okumalar.
***
Zamanın birinde bir padişah, “Bir işe başlamanın en doğru zamanını, kimin sözüne kulak verip kimden uzak duracağımı ve de yapılması gereken en önemli işin ne olduğunu bilseydim hiçbir zaman başarısız olmazdım herhalde…” diye düşünmüş.
Bu düşüncesinden hareketle tüm ülkeye haber göndermiş ve bir işe başlamanın en doğru zamanını, kimin sözüne kulak verip kimden uzak durulacağını ve de yapılması gereken en önemli işin ne olduğunu bilen kişiye büyük bir ödül vereceğini vadetmiş.
Bunu duyan âlimler, padişahın huzuruna gelmeye başlamışlar. Ancak padişahın sorduğu sorulara her biri farklı cevaplar veriyormuş. Birinci sorunun cevabı olarak bazı âlimler yıllar, aylar ve günlere göre bir çalışma takvimi hazırlayarak bu takvime sıkı sıkıya bağlı kalınılması sonucu her işin doğru zamanda yapılabileceğini söylemişler. Bazıları da bütün işler için doğru zamanı önceden bilmenin mümkün olmadığını, bunun için de insanın kendini boş eğlencelere kaptırmak yerine etrafında olup bitenleri dikkatlice gözleyip, hiç vakit kaybetmeden gerekenin yapılmasının tek çare olduğunu söylemiş. Diğer gruptaki âlimler ise: “Bir tek kişi, etrafında olan bitenleri ne kadar dikkatli takip ederse etsin yine de her şeyin en uygun zamanına tek başına karar veremez.” demiş. Bunun için de her şeyin doğru zamanına karar vermesinde kendisine yardımcı olması için âlimlerden oluşan bir danışma kurulunun bulunması gerektiğini tavsiye etmişler. En son grup da danışma kurulunun görüşlerini almak için vakit kaybedilmeden hemen karara bağlanması gereken işlerin olabileceğini söyleyerek diğer âlimlere karşı çıkmışlar. Demişler ki: “En uygun zamanın ne olduğuna o an karar verilir. Ama bunun için de kişinin olacakları önceden bilmesi gerekir. Bunu da yalnızca kâhinler bilebilir. Bu yüzden her şeyin doğru zamanını bilebilmek için kâhinlere danışmak gereklidir.”
İkinci soruya da böyle çeşitli cevaplar verilmiş. Bazı âlimler, padişah için en gerekli insanların kâhinler, bazıları ona yardımcı olan danışmanlar olduğunu söylerken bazıları da bu iş için din adamlarını öne sürmüşler. Diğer bir grup, bu iş için doktorların en uygun olduğu fikrini savunurken en son grup da askerler olduğunu söylemiş.
En önemli işin ne olduğuna yönelik üçüncü soruya ise bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğu cevabını vermişken bazıları da savaş becerisi derken, en son âlimler topluluğu da, Tanrı’nın rızasını ve cenneti kazanmak için her zaman yapılması gereken en önemli işin başında ibadetin geldiğini savunmuş.
Verilen cevapların hiçbiri birbirini tutmadığı için padişah, bunlara katılmadığını söyleyerek ödülü kimseye vermemiş. Sorularının yanıtlarını hâlâ bulamayan padişah, yalnız başına yaşayan ve kendini ibadete vermiş, bilgeliğiyle ünlü bir adama danışmaya karar vermiş.
Yanına gitmeyi düşündüğü bilge, bir ormanda tek başına yaşayan ve bu ormanın dışına hiç çıkmayan, sadece halktan insanları yanına kabul eden bir adammış. Bu yüzden padişah, kılık değiştirerek sıradan bir köylü gibi bilge adamın yanına gitmiş. Bilgenin kulübesine varmadan atından inmiş ve muhafızlarına geride durmalarını söyleyerek yoluna tek başına devam etmiş.
Padişah kendine doğru gelirken bilge adam kulübesinin önündeki bahçeyi çapalamakla meşgulmüş. Padişahı görünce selam vermiş ve tekrar işine devam etmiş. Bilge adam zayıf ve güçsüz olduğu için elindeki kazmayı toprağa her vuruşunda azıcık bir toprak parçasını kazabiliyor ve her defasında da soluk soluğa kalıyormuş. Padişah bilge adamın yanına yaklaşarak:
“Ey bilge kişi! Soracağım üç soruyu yanıtlamanız için size geldim. Birincisi, bir iş için en uygun zamanın ne zaman olduğunu nasıl bilebilirim? İkincisi, bir iş için en uygun insan kimdir? Kimlerin sözüne daha fazla önem vermeliyim, kimlerle iş birliği yapmalıyım? Üçüncüsü de en önemli iş nedir? Hangi işi ötekilerden öne alarak öncelikle onun üzerine eğilmeliyim?” diye sormuş.
Bilge adam, padişahı dinlemesine rağmen hiç cevap vermeden avuçlarının içine tükürüp eline aldığı kazmayla toprağı çapalamaya devam etmiş. Bunun üzerine padişah:
“Siz yoruldunuz galiba. Kazmayı bana verin de biraz da ben çapalayayım isterseniz?”demiş.
Bilge adam, “Sağolun…” diyerek, kazmayı padişaha uzatıp yere oturmuş. Padişah iki sıra çapaladıktan sonra biraz durarak sorularını tekrarlamış. Fakat bilge adam yine cevap vermemiş ve ayağa kalkarak elini kazmaya uzatmış:
“Şimdi siz dinlenin, biraz da ben çapalayayım.” demiş.
Fakat padişah, kazmayı adama geri vermeyerek işine devam etmiş. Aradan bir saat geçmiş, derken bir saat daha, bir saat daha… Vakit epeyce ilerlemiş ve güneş ağaçların arasından kaybolmaya başlamış. Padişah, kazmayı bir iki kez daha sallayarak sonunda yere saplamış.
“Bilge kişi ben sizin yanınıza sorduğum sorulara cevap almak için geldim. Eğer bana verebileceğiz bir cevabınız yoksa söyleyin, ben de evime döneyim.”
Bilge adam, eliyle ileriyi işaret ederek:
“Şu tarafa bir bakın… Birisi koşarak buraya doğru geliyor. Kim acaba? Bir görerlim hele…” demiş.
Padişah gösterilen yere baktığında gerçekten ormandan, ağaçların arasından bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini görmüş. Gelen adamın elleriyle bastırdığı karnından kanlar akıyormuş. Padişahın yanına geldiğinde, gözleri kaymış ve belli belirsiz bir inlemeyle yere yığılıp kendinden geçmiş.
Padişah ve bilge kişi, yaralı adamın elbiselerini çıkardıklarında karnında kocaman bir yara olduğunu görmüşler. Padişah, bildiği kadarıyla yarayı temizleyerek üzerini kendi mendili ve bilge adamın havlusuyla bir güzel sarmış. Fakat kan bir türlü dinmek bilmiyormuş. Padişah defalarca kandan ıslanan sargıyı çözerek suyla yıkayıp yaranın üzerine yeniden sarmış.
Nihayet kan dinince adam kendine gelmiş ve su istemiş. Padişah suyu getirip yaralıya vermiş. O sırada güneş battığı için hava yavaş yavaş soğumaya başlamış. Bunun üzerine padişah bilge adamın da yardımıyla yaralıyı kulübeye taşımış ve yatağa yatırmış. Adam yatağa yatar yatmaz gözlerini kapatarak rahat bir uykuya dalmış. Bu arada padişah da adamı taşımaktan ve bahçede çalışmaktan öylesine yorgun düşmüş ki, kapının eşiğine çömelerek uyuyakalmış.
O kısa yaz gecesinde sabaha kadar deliksiz uyuyan padişah, sabah olup da uyandığında bir süre nerede olduğunu ve yatakta uzanarak kendisine parlak gözlerle dikkatli dikkatli bakan tuhaf görünüşlü bu yaralı adamın kim olduğunu hatırlayamamış. Yaralı adam, padişahın uyanıp da kendisine baktığını fark edince titrek bir sesle:
“Beni affedin…” demiş.
Padişah:
“Seni affetmemi gerektirecek ne oldu? Seni tanımıyorum bile!” demiş.
“Siz beni tanımıyorsunuz; ama ben sizi tanıyorum. Siz benim kardeşimi idam ettirip bütün malını mülkünü almıştınız. İşte o zaman ben de sizden intikam almak için yemin etmiştim. Tek başınıza bilge adamı görmeye gittiğinizi bildiğim için, geri döndüğünüzde sizi öldürmeye karar vermiştim. Ancak bütün gün dönmeyince de merak edip pusudan çıktım ve sizi aramaya karar verdim. Yolda gelirken muhafızlarınızla karşılaşınca onlar beni tanıdılar ve yaraladılar. Onlardan kaçmayı bir şekilde başardım; ama yaramın büyüklüğünden olsa gerek, fazla ilerleyemedim. Siz yaramı sarmasaydınız eğer, ben kesinlikle kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim; ama siz benim hayatımı kurtardınız! Şimdi hayatta kalırsam ve siz de isterseniz tabii, en sadık köleniz olarak size hizmet etmek isterim. Oğullarıma da bunu yapmalarını emredeceğim. Beni affedin lütfen!”
Padişah, düşmanı olan bu adamla böyle kolay bir yoldan barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu olmuş. Adamı sadece bağışlamakla kalmamış, üstüne bir de kardeşinin tüm malını ve mülkünü ona geri vereceğini söylemiş. Ayrıca onunla ilgilenmeleri için kendi hizmetkarlarını ve doktorlarını da göndereceğini eklemiş.
Padişah, yaralıdan müsaade isteyip onunla vedalaştıktan sonra bilge adamı görmek için bahçeye çıkmış. Gitmeden önce ona sorularını son kez sorup bir cevap vermesini rica edecekmiş. Bilge adam da bahçede çömelmiş, bir gün önce çapalanan yerlere tohum ekiyormuş. Padişah onun yanına yaklaşarak:
“Ey bilge! Sizden sorularıma cevap vermenizi son defa rica ediyorum.” demiş.
Bilge adam, zayıf bacaklarının üzerine çömelerek toprağa oturmuş. Başını yukarıya kaldırmış ve yanında dikilen padişaha bakarak:
“Siz istediğiniz cevapların hepsini aldınız zaten!” demiş.
Padişah büyük bir şaşkınlıkla:
“Nasıl yani? Hangi cevaplar? Ne demek istiyorsunuz?” diye sormuş.
Bilge adam: “Hâlâ anlamıyor musunuz? Dün benim güçsüz oluşuma acıyarak benim için toprağı çapalamasaydınız ve tek başınıza geri dönseydiniz bu adam size saldıracaktı. O zaman siz de benimle burada kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani toprağı çapaladığınız zaman, sizin için en önemli zamandı. Dolayısıyla sizin için en önemli kişi bendim, en önemli iş de bana iyilik etmenizdi.
“O adam bize doğru koşarak geldiğinde, işte en uygun zaman da onu iyileştirdiğiniz zamandı. Çünkü siz adamın yarasını sarmasaydınız adam sizinle barışmadan ölecekti. Demek ki sizin için en önemli adam oydu ve onun yarasını iyileştirmeniz de en önemli işti. Şunu sakın unutmayınız: Önemli olan tek bir an vardır, o da `şimdi’dir. Çünkü sadece içinde bulunduğumuz zamana sözümüz geçer. İnsan için en gerekli olan kişi içinde bulunduğumuz zamanda görüştüğümüz, yani o an yanımızda olan kişidir. Çünkü hiç kimse günün birinde bir başkasına işinin düşüp düşmeyeceğini bilemez. İnsan için en önemli iş ise, o an yanında olan kişiye iyilik etmektir. Çünkü insanın bu dünyaya gönderiliş amacı sadece iyilik etmektir…”
Tolstoy – İnsan Ne İşe Yarar?
İnsan Kitap
Çeviri – Sedat Demir