Yayımlanmasının üzerinden yaklaşık iki sene geçmiş bir Barış Bıçakçı kitabını, Seyrek Yağmur‘u, hiçbir eleştiriyi okumadan geçtiğimiz günlerde bitirdim. Kitabı elime aldığımda, Merve, “Biliyorum, Barış Bıçakçı’yı seviyorsun, hakkındaki düşüncelerin değişmesin istiyorsan okuma,” demişti. Elimdeki en elle tutulur eleştiri buydu ki onun edebi zevkine güvenirim. Kendi iç sesimi dinledim ve kitabı okumaya başladım. Hacim olarak oldukça zayıf romanı (bu konuda oldukça tartışmalı ama bence Seyrek Yağmar bir romandır), birkaç saat içerisinde tükettim.
En sonda yazmayı düşündüğüm şeyi başlarda vereyim. Kurbağalara İnanıyorum’da, Barış Bıçakçı kendi yazma serüvenini şöyle özetliyor:
“Arada sırada neden yazdığımı düşünürüm. Neden yazdım? Elbette, acı, keder, hayal kırıklığı, yerini bulamama, yaşanmamışlık, sesini çıkaramama gibi olumsuz duygu ve yaşantılardan meydana gelen bir hayli kişisel bir ‘hammadde’yi neden olarak sunabilirim. Biraz arabesk olur, klişe olur ama yanlış olmaz. Yine de Turgut Uyar’ın yolundan giderek neden yazdığımı ‘Bir hevesti, bir oyundu,’ diye açıklamak şimdilerde bana daha ağırbaşlı, daha hakiki geliyor. Evet, bir hevesti. Behçet’in bir ara değindiği gibi, okuduğum kitaplar gibi kitaplar yazmaya heves ettim.” s. 86
Barış Bıçakçı’nın, Seyrek Yağmur’u yazdığında hangi kitaba özendiğini, heves ettiğini bilmiyorum. Bende bir kitap çağrıştırmadı. Belki ilerleyen zamanlarda yine böyle bir kitapta kendisinden açıklama okuyabiliriz. Ancak, Barış Bıçakçı’nın kitapta yapmak istediği, bence beğendi kitapların hevesiyle bir kitap yazma yoluna girmek değildi. Bıçakçı, hevesten ziyade, bizleri oyuna davet etmek istiyor.
Romanın en önemli unsurlarından birisi sağlam bir karakter yaratmaktan geçer. Seyrek Yağmur’un karakteri Rıfat, güçlü bir karakter. Kitapta çok az yan karakterin olması, sayfalar arasında, seyrek bölümler içerisinde bizlere bağıran bir Rıfat yaratıyor. Öyle az cümleyle o kadar çok bağırıyor ki Rıfat, biz onun nasıl bir insan olduğunu, ne yaptığını, nerede yaşadığını, annesini, kardeşini, yaşadığı ve çalıştığı yeri, çocukluk hayallerini, sevgilisini, terk edilişini, siyasi düşüncelerini, şiire bakışını, sinemaya yaklaşma çabasını ve daha birçok şeyi, öğreniyoruz. Karşımızda neredeyse kanlı canlı, göbekli, 50’li yaşlarında, kitapçı, sevgilisi tarafından terk edilmiş, kardeşi devletçe öldürülmüş, siyasi gündeme bir şekilde kayıtsız kalamayan, şiire çokça düşkün, Turgut Uyar’la yatıp Oktay Rifat’la kalkan bir Rıfat var. Sadece şu paragraftan bile, Barış Bıçakçı’nın ne denli üzerine düşünülmüş, çalışılmış bir karakter yaratma arzusu içerisinde olduğunu görebiliriz.
Buradan sonrası ise tamamen biçimsel sorunlarla ilgili. Kitap çıktığında yapılan eleştirilerden bazılarında, romanın mimarisiyle ilgili sıkıntıların olduğunu, bazılarında aceleyle düşünülmüş bir finalle bittiğini, yayıncının talebiyle son romanının üzerinden oldukça fazla zaman geçmesi nedeniyle baştan savma bir hikâye yaratıldığını okumak mümkün. Yer yer katıldığım yerler var. Özellikle romanın mimarisiyle ilgili sıkıntılar olduğunu düşünüyorum. Benim asıl değinmek istediğim nokta ise tam 100 sayfada biten romanın bilinçli bir şekilde kısa yazıldığına dair.
Barış Bıçakçı, bu romanda ciddi kısaltmalara gitmiş. Öyle ki, birer-ikişer paragraftan oluşan bölümler, konu açısından birbirine bağlı olmayan geçişler, yan karakterlerin ölesiye hareketsizliği, Rıfat’ın travmaları, gündeme dair zamansal anlatılar tamamen boşluk içerisinde bırakılmış vaziyetteler. Bu boş bırakma eylemi, okurun bu boşlukları tamamlaması, okuru çalıştırma düşüncesiyle gerçekleştirilmiş.
Şöyle anlatmaya çalışayım: Bir tablo çizmeye karar veriyorsunuz. Aklınızda bir resim planı var. Bu planı uygulamaya başlıyorsunuz. En ana hatlarıyla çizmeniz gereken yerleri çiziyor, ufak renklendirmeler yapıyorsunuz. Ve sonra bu resmi galeride sergiliyorsunuz.
Bu romanın ressamı olan Barış Bıçakçı, bize perspektifi, zamanı, karakteri, eylemi ve imgeleri veriyor. Bize bir renk cümbüşü hazırlama imkânı varken metni boyamayı bizlere bırakıyor. Bir yazar için ne kadar zor bir karar, tahmin edemezsiniz.
Barış Bıçakçı, Rıfat karakterinin hikâyesini 400 sayfada da yazabilirdi. Okuduklarımızdan bunun mümkün olduğunu görebiliyoruz. Yazsaydı, romanın diğer aksaklıklarını konuşacaktık. Ama 100 sayfada yazdı. Bu sefer, neden kısa yazdığını konuştuk. Belki de oyun buradaydı, gözden kaçırdık.
Peki, okur olarak, bu seyrek romanla doyabileceğimiz manasına mı geliyor? Bunu herkesin kendi cevabını verebileceği edebi bir soru olarak bırakmak gerekiyor. Ben kitabı okurken doyduğumu hissettim. Başkaları ne düşünür, bilemem.
Son olarak Çehov‘un meşhur cümlesini şuraya bırakayım ve huzurlarınızdan ayrılayım: “Vaktim olsaydı daha kısa yazardım.”
- Seyrek Yağmur – Barış Bıçakçı
- İletişim Yayınları – Roman
- 100 Sayfa