Afa Kadın Yayınları ile geçtiğimiz yıl, “Kadınlar Dekameronu” kitabı ile tanıştım ve hayran oldum. Denk geldikçe alıyorum neredeyse her kitabını. Bir kitap mezatında “Agorafobi: Eviyle Evli Kadınlar”ı da görünce düşünmeden aldım. Feminist okumalar yaparken yalnızca erkeği yeren, bildik demeçler veren, feminist olacağım derken öfkeli olan kitapları okumayı sevmiyorum. Savundukları fikir ve söylemleri bakımından da feminist düşünceyi doğru yansıtmadıklarını hatta zaman zaman belki ona zarar verdiklerini bile düşünüyorum. Şartları olduğu gibi sunan, taraf tutmayan, bizi şöyle bir silkeleyip onun da hatalarını yüzüne vuran cesur kitapları ve yazarlarıysa hayranlıkla okuyorum. (Ayrıca yazı boyunca “kadınlar” demek yerine “biz” demeye özen göstereceğim. Çünkü aynı zamanda feminist savunmalar yaparken neredeyse kadının insan olduğunu unutup onu sürekli cinsiyeti ile önceleyen söylemleri de hoş karşılamıyorum.) “Agorafobi”yi aldığımda da bu türden bir şey olduğunu tahmin etmiştim. Evi neden bir sığınak olarak seçtiğimizin, tam olarak neyden korktuğumuzun ve bunun gibi meselelerin irdeleneceğini tahmin etmiştim. Evet, doğruydu. Ama beni içine çeken ve ilk defa fark etmemi sağladığı şey bizim tek başımıza agorafobikleşmediğimiz; bu durumun yıllar, genler, töreler boyu hazırlandığıydı.
Agora, Yunancada çarşı anlamına geliyor ve yazıların kaderi sözcüklerin sözlük anlamları ile başlamak olduğu için ben de çarşıyı tanımlamak istiyorum önce. Ne olduğunu tabii biliyoruz ama kelimeleri belli bağlamlarda incelemenin tadı da ayrı güzeldir, değil mi? Sözlüklerde çarşı kelimesini aratınca karşımıza, “Dükkânların bulunduğu alışveriş yeri,” tanımı çıkıyor ve benim varmak istediğim noktaya hiçbir yardımı olmuyor. Bu yüzden “agora” kelimesini alıyorum merkeze ve evet, asıl anlam: “(Yunan klasik devrinde) sitenin yönetim, politika ve ticaret işlerini konuşmak için halkın toplandığı alan.” Yani insanların sosyalleştiği, para kazandığı ya da harcadığı, birbirleriyle hoşbeş ettikleri, kavga ettikleri, yeni insanlara rast geldikleri vs. bir yer. Epey kalabalık, birçok insana birçok mekânla hitap eden, harala gürele bir meydan. Bizse sözde iyiliğimiz gözetilerek çağlar boyu bu ortamlardan, haliyle orada yaşayacağımız gayet insani deneyimlerden de uzaklaştırılmışız. Ben de kitaba başlamadan şu soruyu sordum: Buralardan neden korkuyoruz? Paramız çalınabilir. Bir dükkâna kapatılıp tecavüze uğrayabiliriz. Sadece yolda yürüyorken birileri eğlenmek için yüzümüze bir şeyler fırlatabilir. Küçük görülebilir, hatta görünmez olabiliriz. Kaybolabiliriz. Yardım eden birilerini bulamayabiliriz. Tüm bunları düşününce bizi akıp giden insan selinin içinde çantamıza yapışmış yönümüzü tayin etmeye çalışırken buluyorum.
Evle ilişkilendirilmemiz şu ilkel işbölümüne dayanıyor galiba. Erkekleri avcılık gibi dışarıyla meşgul eden, kadınlara da geride kalanların ve evin sorumluluğunu yükleyen işbölümü. O zamandan günümüze bizim için en güvenli yerin evimiz olduğu söylenegelmiştir. Önce erkekler, sonra büyük çoğunluk, annelerimiz de dahil, bizi bunun kendi yararımıza olduğuna inandırdılar. Dışarıda önce vahşi hayvanlar, zorlu yaşam koşulları, hava şartları sonra tehlikeli insanlar ve durumlar vardı. Başımıza her türlü şey gelebilirdi. Biz de her adımını ezbere bildiğimiz, her eşyanın bizden sorulduğu, hakimi olduğumuz, en önemlisi denetleyebildiğimiz evi tercih ettik ve oradaki uyuşturucu konforu gerçek huzur bildik. Bizi başka ve belki daha güçlü yaşamlardan koruyan abimizin, babamızın sevgisine ikna olduk. Doktorlar bedenimizin bazı işleri yapmak için yetersiz olduğunu savundular. Kabul ettik.
Agorafobik kadınların belli bazı özellikleri varmış. Bunlardan en belirgini denetimi yitirme korkusu bana göre. Okuduklarıma göre bu kadınlar (her ne kadar onları ayırıyor gibi konuşsam da aslında artık hepimizde bir parça agorafobi olduğunu düşünüyorum) evinin dışında olayları kontrol edemeyeceğinden korktuğu için dışarıya çıkmayı reddeder. Oysa dışarıda denetlememiz gereken bir şey yoktur, diyor yazar. (Gerçi gel de bunu günümüz Türkiye’sinde rahatça yürümekten bile aciz bırakılmış kadına anlat. O haklı işte.) Hatta bu açıdan düşünüldüğünde denetleyemediğimizde yara aldığımız her şey evin içinde; aileden gelir. Ama toplum, içinde bulunduğumuz her problemde parmakları bize yönelttiğinden bunu yıllar yılı içselleştirip durmuşuz. Geç saatlerde sokaklarda yürümek özgürlüğünden mahrum olmamız bunla alakalı değil mi sizce de? Sokaklarda kontrol edemeyeceğimiz sağlıksız insanların çokluğuyla. Ayrıca “denetimi biraz daha çok yitirme toplumsal bir konuma ters düşecek bir tepkiyi, birdenbire patlayan öfkeyi, kızgınlığı, gözyaşlarını göstermek anlamına gelebilir.” “Kişide çocuklardaki gibi sfenkter kas gevşemesiyle işeme, altını kirletme ya da kusma korkusuna yol açabilir. En iyisi böyle kazaların olmayacağı, en azından mahremiyet içinde meydana geleceği evde oturmaktır.” Keşke biri sırtımızı sıvazlasa ve “Her şeye yetişemezsin, denetleyemezsin de. Hayat senin dışında akıyor,” dese.
Bir başka özellik yetersizlik duygusu. Bizden beklenen kadınlık görevlerinin dışına çıkmaya çıkmaya kendimizi başka alanlarda, yerlerde sınamaya sınamaya elimizden gelen tek şeyin sınırlarını başkalarının belirlediği kadınlık olduğunu sanıyoruz.
Düşme, yaralanma ya da hastalanma korkusu. Başıma bir şey gelir korkusu yani. Bundan kaçınmak için de türlü bahanelerimiz var. Düzgün kıyafetim yok. Makyaj yapmadan asla çıkmam. Evi bu halde bırakıp gidemem…
Okurken en üzüldüğüm şey aslında bazı nedenlere dayanan bu korkuların doktorlarca kısa yoldan tasdiklenip bir hastalık ismiyle etiketlenmesi. Sebebi üzerinde çalışılmadan, omuzlarımızdaki suçluluk ve yetersizlik yükünü azaltmadan bir ilaca bağlanmak ve hasta olduğumuza inandırılmak. Bu kötü, evet ama bunu bile isteye kabul etmemiz daha kötü bence. Ama hak veriyorum. Tam olarak neresinden tutup, neyiyle uğraşacağını bilmediğin bir korkuyu mu yoksa uzmanı tarafından saptanmış bir hastalığı mı seçersin deseler ben de ikincisini seçerim. Bir şeye isim vermek onu evcilleştirmektir çünkü. Sokağa çıkmamak, eve daha da bağlanmak için sağlam bir sebebimiz oluyor böylece. “Artık her şeyi zihninde kurmadığını biliyordur; onu yöneten, duyarlığını azaltan” bir neden vardır. Hele bunu ilaçlarla tedavi etmek ne hoş olur. Bu bir psikolojik sorun olmaktan çıkar. Beden ağrısı gibi, dindirmek için elimizden bir şeyin gelmediğine sevindiğimiz bir “şey” haline gelir.
Ve bunlarla yine de savaşmak istiyorsak protesto ediyormuşuz. “Beni eve mi hapsetmek istiyorsunuz? Tamam öyleyse! Evde kalıyorum. Daha atmam adımımı dışarı!” diyormuşuz! Eee? Bu biraz şey gibi oldu…ekmeğe yağ sürmek. Fakat bunu yaparken bizi pasifleştiren düzene karşı çıktığımıza inanıp rahatlarken bir yandan da yine güvende, yani evde, kalmanın bir yolunu arıyormuşuz aslında. Ama dışarı çıkmak lazım. Protestoya ses vermek. Çünkü kitapta da dediği gibi: “Uyum gösterme bazen delilikten çok daha etkili olabiliyor.”
Ben kitabın epigrafını yazının sonuna iliştiriyorum: “Bazı kadınlar evleriyle evlidir. Bu, başka bir kılıftır.”
- Robert Seidenberg & Karen DeCrow – Agorafobi: Eviyle Evli Kadınlar
- Afa Kadın Yayınları
- Çeviri: Nur Nirven
- 248 sayfa