Oynadığımız oyunlar, dil, iletişim ve sessizlik çerçevesinde değişen insan ilişkilerine ayna tutan çalışmada yazarın temel odak noktalarından belki de en önemlisi oyun.
Her gün farklı nedenlerle içerisinde bulunduğumuz oyunların irdelemeye değer olduğunu düşünmek sonu gelmez bir sorgulamayı da beraberinde getiriyor. Günlük hayatın hiyerarşisini ortadan kaldıran, istediğiniz anda sırf oynamak istemediğiniz için çıkabilme imkanı sağlayan oyunlar; ilk başta sadece kaçmak ya da sorunları unutmak için oynanıyor gibi görünebilir. Oysa oyun bünyesinde unutma vaadi ve iktidar ilişkilerinden uzaklaşıp eşitlenme imkanından çok daha fazlasını barındırıyor.
Rüya zihnin bir oyunuysa, onu anlatmak da bir başka oyundur, bir başka iletişim şeklidir.
Bu noktada oyun, rüya ve gerçeklik algısına değinen yazar bu ilişkiyi; “Gündelik hayatın içindeki korku, sevinç, aşk, nefret duyguları rüyaların da temaları içinde yer alır, ancak etki şekli ve süresi kendi isterleri doğrultusunda işler. O nedenle gündelik olanın dışında bir duygulanımın yaşanması tıpkı oyunda olduğu gibidir. Oyunun sınırları içindeki gerçeklik algısı ile rüyalardaki yaşanmışlığın gerçeklik algısı bu anlamda benzerdir: Gerçek değil gibidir, ama bir o kadar da gerçektir.” şeklinde açıklıyor. (s.34)
Artan tüketimle beraber insanların nesnelerle kurdukların ilişkinin dönüşümüne vurgu yapan Yılmaz, eşyaların artık işlevlerine göre satın alınmadığını ve böylece oyuncaklaşmış nesneleri tükettiğimize değiniyor. Gerçeklik algımızın tarumar edildiği alışveriş ortamlarında, oyuncak isteyen arsız çocuklara benzediğimizi söyleyerek sözde çok ciddi hayatlarımıza karşıt gördüğümüz oyunları bir kez daha düşünmemizi sağlıyor.
İnsanın oynamayı en sevdiği oyunlardan biri de hikaye anlatmak hiç kuşkusuz. Uzun yıllar önce türümüz pek çok farklı sebepten dolayı birbirine hikayeler anlatmaya başladı. Dil maceramızı farklı bir boyuta taşıyan öyküler, toplulukları birbirine bağladı ve hayata yönelik bambaşka bakışlar yarattı. İnsanoğlu konuştu, soru sordu, işitti, monoloğu parçaladı ve zihnini teşhir edecek yollar yarattı.
Düşünmenin sadece dil aracılığıyla olduğunu iddia etmenin sığ olacağını söyleyen yazar bunu çeşitli araştırmalardan örnekleri açıklayarak destekliyor ve oldukça kişisel bir süreç olarak görülen düşünme ve toplumsal yapı arasındaki ilişkiye değiniyor.
Marx’ın belirttiği gibi, insan kulübede başka, sarayda başka biçimde düşünüyor. (s.86)
Dil bölümünde, her dilin evreni birbirinden farklı algıladığı ve bu yönde yansıttığı açıklanırken dile yönelik yapısalcılık, post-yapısalcılık gibi farklı yaklaşımlar ele alınıyor. Özellikle Foucault, Saussure ve Derrida’ nın söylem, dil ve iktidar ilişkisi ve yapıbozum gibi çalışmaları inceleniyor.
Post-yapısalcı analiz, anlamın söylenenden ziyade söylenmeyen içinde aranması gerektiğini vurgular. Bu bağlamda sessizlik de en az konuştuklarımız, yazdıklarımız kadar anlam barındırır. Konuşmada olduğu gibi sessizlikte de yanlış anlaşılmaların yaşandığını söyleyen Yılmaz, sessizliğin ancak birbirini anlayan ve anlama çabası içerisinde olanlar arasında rahat yaşanabileceğini ifade ediyor.
Her şey hakkında bilgiliy-miş gibiyiz, oysa derinlemesine hiçbir konuda bilgi sahibi değiliz. Olma çabamız da yok. Her türlü gürültü içinde sessizliği/suküneti unutmuş bir halimiz var.
Dil oyunlarının en yaygın olduğu hatta yazarın deyimiyle dil içinde dil yaratan şiir ve edebiyatın ele alındığı bölümlerde dilin, olanı aktarmaktan çıkıp sanatsal bir yapıya dönüşmesi inceleniyor. Yılmaz, edebiyatı besleyenin yine yazarın içinde bulunduğu tarihsel kesit ve bir dönemin sorularına aranan cevaplar olduğunu, edebiyatın da oyun gibi gerçekten çıkış çağrısı olduğunu aktarıyor.
20. yüzyıl edebiyatının amacı, bilgilendirmek, yol göstermek, siyasal ya da düşünsel düzlemde bilinç oluşturmak değildir artık. Edebiyat, sanat düzleminde kurguyla/ teknikle/yapıyla oynanan bir oyuna dönüşür. (s.282)
Postmodern yaklaşımla birlikte değişen sanat algısı incelendikten sonra ise çeviri üzerine açıklamalar getiriliyor.
Tanrı, Babil’den sonra insanoğlunu çeviriye mahkum etti. Birbirimizi anlamak, düşüncelerimizi aktarmak için çeviriden başka şansımız kalmadı. Bu noktada biçimin mi yoksa içeriğin mi çevrileceğine yönelik tartışmalar ise hala sürüyor. Farklı kültürel kodlara sahip kişilerin, farklı dil imkanları ile birbirini anlaması için metnin motamot çevirisinden çok daha fazlasına ihtiyaç duyacağı ise su götürmez bir gerçek.
Oyundan neden zevk aldığımız açıklamakta güçlük çekiyoruz. Çünkü, her oyun kendi içinde ve o ana içkin bir anlamlandırma dizgesine sahip. Mektubun da böylesi bir gerçekliği var. Her mektup, tıpkı oyundaki gibi o ana ve o kişilere ait bir anlam dünyası içinde var ediyor kendisini.(s.343)
Kitabın son bölümü mektup üzerine oldukça kapsamlı incelemeler içeriyor. Dil, sözlü kültür, yazı ve sessizlikle beraber insanın belki de oynadığı ilk oyun olan hikaye anlatma, mektuplarda da kendine yer buluyor. Varoluşumuzun kaçınılmaz getirilerinden olan anlatma ihtiyacı, geçen zamanla beraber farklı araçlarla hatta bazen herhangi bir araç kullanmadan karşılanıyor.
- Homo Sermo Onis – Sıdıka Yılmaz
- Agora Kitaplığı – Kültür Çalışmaları
- 398 sayfa