Geçtiğimiz hafta Müptela Yayınları’ndan çıkan ikinci kitabı “Uçan İnekler” yayınlanan çiçeği burnunda yazarlarımızdan Pelin Erdoğan’la ilk kitabı ve edebiyata bakışı hakkında konuştuk. Henüz ikinci kitabı sözleşme aşamasındayken bakalım yazar neler anlatmış, keyifle okumanız dileğiyle…
Çok çarpıcı bir isim. Evet öyküler çıplak ama sen Çok mu Çıplak derken seyirciye başka bir şey mi sormak istedin? Ya da şöyle sormalı: Nasıl koydun bu ismi?
“Çıplak gerçekler” deyince hepimizin aklına gerçekliği bozulmamış, oyunlaştırılmamış, inanılması, dayanılması güç de olsa varlığı, yaşanmışlığı somut olan şeyler gelir. Öykülerimin her biri ülkemizdeki toplumsal cinsiyet sorunlarının hane hane, tane tane üzerimize dökülen acı, çaresizlik, ızdırap dolu hikayelerinden çıktı. Babasından bebek doğuran küçük kızlar gibi, amcasının, dayısının tecavüzüne uğrayan küçük erkek çocukları gibi, “töre böyle buyurdu” ile ateşlenen cinayetler gibi, eşcinsel olduğu için evinden kovulan, çaresiz bırakılan insanlar gibi, hayvanlara uygulanan cinsel şiddet gibi her gün yanı başımızda olsa da bizden çok uzak addettiğimiz gerçek olayları yazdım. Şiddetin her biçiminin biz istesek de istemesek de olmaya devam ettiğini, bunun eğitimli veya eğitimsiz, yüksek gelirli ya da dar gelirli sınıftan olmakla pek de ilgili olmadığını görüp tüm yazdıklarımı “çıplak gerçekler” çemberine aldım. Bu yüzden kitabımın ismi Çok mu Çıplak?
Nasıl’lardan devam edersek yazmaya nasıl başladın?
Yazanların içlerinde her daim bir sessiz konuşma vardır, diye düşünüyorum. Gördükçe, hissettikçe, duygulandıkça, üzüldükçe, öfkelendikçe, kısacası yaşam biriktirdikçe harfler kelimelere, kelimeler cümlelere ve de cümleler bir anlatıya dönüşüyor. Adına masal, öykü, roman, şiir ne denirse densin onlar yazanların biriken ve sese dönüşemeyen cümleleri. Onlar yazanların yegane yaşam yerleri.
Bu ülkede kadın olmak… Toplumsal cinsiyet konusu ile ilk ne zaman ilgilenmeye başladın?
Teknoloji alanında danışmanlık verdiğim bir firmam var. Teknoloji deyince ulusal ve uluslar arası destekler ülkemizdeki gelişim için önemli. Ben de ekibimle firmamda ulusal ve uluslar arası fonların ülkemize kazandırılması için ciddi emek verdim. Avrupa Birliği tarafından toplumsal cinsiyet konusunda ülkemize verilen bir destek fonu vardı. Ülkemizin her bölgesinde pilot bölge olarak seçtiğimiz illerde “aile içi şiddet, taciz, tecavüz, üreme sağlığı, insan hakları” konusunda geniş kapsamlı eğitim verilmesine yönelik bir proje hazırladık ve Avrupa Birliği destek fonunu aldık. Projemiz başladı ve biz bir ekip olarak -proje koordinatörü, mali sorumlusu, sosyologlar, psikologlar ve tıp doktorları- ülkemizin hemen her yerinde il il, ilçe ilçe, köy köy eğitimler verdik. Kadın ve erkek haklarını, üreme sağlığını, hijyenin önemini, her şeyden de önce herkesin bir birey olarak kendini ifade etme ve başkalarına zarar vermemek kaydıyla özgür iradesiyle yaptığı seçimlerine göre yaşama hakkının olduğunu, insani erdemleri anlattık. Eğitimlerde bir hayli üzücü olayla karşılaştık; köy halkının kadınlarını eğitime göndermemesi, bu eğitimler ile onların “kötü yola” düşecekleri endişesi ve bundan doğan şiddet, eğitim otobüslerimizin taşlanması, eğitime katılan kadınların evde şiddet görmesi gibi… Devlet makamlarınca önlemler alındı, bu eğitimler zorunlu tutuldu, kolluk kuvvetleri proje ekibi ve eğitim verilen yerdeki halk için “koruma” sağlamak zorunda kaldı ama bu defa da kadınlarını salmayan erkekler onların yerine eğitime girmeye yeltendi. Neler neler… Bu eğitimlerde kadınların ve erkeklerin cinsel konularda akıl almaz cehaletlerine, esir düşüncelerine, aile içlerinde saklı kalmış nice kötü olayına tanıklık ettim. Özellikle kadınlar taciz, tecavüz ve aile içi şiddetten, ensest ilişkilerden oldukça dertliydi, kimisi kanıksamıştı kimisi ise çaresizliği öğrendiği için ses çıkarmadan yaşamına devam etmekteydi. Hepsinin yardıma ihtiyacı vardı; şiddete uğrayan kadar şiddeti uygulayanın da… Baskı altında olan, onlardan ille de “güçlü erkek” rolü beklenen erkekler de fiziki şiddet kadar gözle görünür olmasa da manevi bir şiddete her daim maruz kalıyor, kimisi olmadığı bir rolü (mecburen) giyiniyor kimisi de ezberlediği bir rol gibi bunu kanıksayarak istenenleri yerine getiriyordu. Her şekilde çaresizlik ve kanıksama kol geziyordu.
Bu ülkede bir kadın olmak, daha doğrusu kadın olmayı anlamak, “bir erkek olsaydım neler yapardım, nasıl yaşardım” demekten geçiyor. Bizler, kadın ve erkek diye iki ayrı kutup var etmekle karşıdaki vadiyi görmeden uçuruma köprü yapmaya çalışıyoruz. O eğitimler esnasında gördüklerim, yaşadıklarım, duyduğum acı, keder, kendimi çaresiz hissettiğim her an Çok mu Çıplak? öykülerime yansıdı.
Konuya olan ilgim bu alanda eğitimler alarak derinleşti. 2018 yılında Ankara Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi Toplumsal Cinsiyet Eşitliği programını tamamladım. Ülkemizde pek çok ilde üniversitelerde seminerler verdim, çeşitli dergilerde makaleler yazdım. Bu konudaki çalışmalarıma akademik yayınları izleyerek ve bu konuda çalışma yapan uzman kuruluşlarla işbirliği yaparak devam ediyor.
Bu alanda ne tür çalışmalar yapılıyor son dönemde? Ne kadarını takip ediyorsun ve başka neler yapılmalı diye düşünüyorsun?
Ben bir kaymakam kızıyım. Çocukluğum, ergenliğim ve yetişkinliğim hukuk ve devlet yönetiminin kucağında geçti. Şimdi babam emekli. Çok mu Çıplak? öykümü yazarken bir yandan da eğitimler sırasında tanıştığım kadınların ve erkeklerin bana verdikleri çaresizliklerini anlattıkları mektuplarını, gazetelere yansıyan toplumsal cinsiyet sorunlarına dayalı haberleri ve bu alanda yapılan akademik çalışmaları derliyordum. Babam bu derleme çalışmama “Türk Hukuk Sisteminde Kadın Haklarında Gelişim” isimli bir özet rapor ile destek verdi. Detaylı bir şekilde kadın hakları konusundaki gelişimi orada yazdım. Başlıca gelişmelerden burada kısaca bahsedeyim. (Kanun isimlerini ve içeriğini notlarımdan okuyacağım).
Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi.
Özü, üye ülkelerin aile içi şiddet de dahil olmak üzere, kadınları her türlü şiddetten koruması ve gereken önlemleri alması.
Ülkemiz, bu sözleşme hükümlerini 2012’de Dünya Kadınlar Gününde yürürlüğe koydu ve aynı gün 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunu çıkardı.
Yeni Türk Ceza Kanunu’nda, ‘‘…Kişiler arasında ırk, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, siyasal veya diğer fikir yahut düşünceleri, felsefi inanç, milli veya sosyal köken, doğum, ekonomik ve diğer toplumsal konumları yönünden ayrım yapılamaz ve hiç kimseye ayrıcalık tanınamaz’’ hükmü var. Bu da çok önemli.
İstanbul Sözleşmesi mi? O konuda çok uzun konuşmam gerekecek. Bu konuda sen de kaygılı, üzgünsün ve söyleyeceğin çok şey var. Onları işitiyorum. Hislerimiz bir.
Dileğim ve umudum, kadınlarını ve erkeklerini “insan” olarak seven, erdemli bir insan olmayı aşılayan bir ülkede yaşamak.
Nasıl yazarsın Pelin? Var mıdır yazma rutinlerin? Ya da şöyle sormalı belki de…Seni ne motive eder yazma konusunda?
Ne güzel bir soru. Bunu ballandıra ballandıra saatlerce anlatabilirim.
Hayatımda rutinlerim yok. Bunu böyle söylemem komik oldu, elbette mümkün olduğunca yok. Yazarken de rutinim yok, sevdiğim, çok sevdiğim şeyler var. Mesela ben evimde, seyahatlerimde, yaşamımın hemen her alanında huzurlu yalnızlığımı aşırı çok severim. Yalnız bir insan olmak değil kastım, çok arkadaşım var, “canım” dediğim dostlarım var, biricik ailem var. Onlarla olmayı severim ve isterim. Kastettiğim yalnızlık, iç dünyamda oturan “ben”ler ile kurduğum yaşam alanımdaki yalnızlığım. Orada çok huzurlu ve mutluyum.
Yazmak için sevdiğim kafelere giderim. Saatlerce yalnız başıma oturup çevremdeki olan bitenleri izlerim, düşünürüm, hayal kurarım ve yazarım. Zaman zaman bu yalnızlığı bozar, yeni insanlarla tanışıp saatlerce sohbet ederim.
Yazmak için olmadık saatlerde şehrin kalabalıklarına karışıp yaşamdaki izimi kaybederim, mahallelerde gizli kalmış köşelere siner, olacakları beklerim. Geç saatlerde neresi olursa olsun her çeşit sokakta tek başıma yürür de yürürüm. Korkmam. İnsanları seviyorum. Zarar görenleri, zarar verenleri yıllarca izlemiş, görmüş, yazmış olsam da “iyi” olana güvenir, “iyi” olacağına inanır ve karanlığın içinde de kendimi mutlu hissederim. Bilirim ki tüm bunlar günün birinde sessiz kelimelerim olarak öykülerime gelecektir, onları içimde özenle beslerim.
Tek başıma seyahat etmeyi çok severim. Varacağım yer kadar yolun kendisi de serüvenimin bir parçası olur. Saatler süren otobüs ve tren yolculuklarına bayılırım. Yanıma kimse gelmesin, sessizliğimi, daldığım düş oyunlarımı bozmasın isterim. Pek çok öykümü uzun tren yolculuklarında yazmışımdır.
Vazgeçemediğim, tutku derecesinde sevdiğim yerler var. Bunların başında Bozcaada geliyor. Adaya adım atar atmaz nefes alışım değişiyor. Geceleri çok başkadır ada, yapay ışıklar susar, yıldız ışıkları konuşur… ve ben saatlerce gökyüzünü izlerim. Seyahatlerimde, kafelerde yazdığım tüm öykülerimi ne yapar eder mutlaka adada bir kaç kez gözden geçirir, son hallerine orada getiririm. Bu yüzden aslında “tüm öykülerimi Bozcaada’da yazdım” demem yanlış olmaz.
Dağları, çölleri, denizi çok severim. Uçurumları izlemeyi çok severim. Bulutların birbiri içine girdiği gökgürültülü havaları çok severim.
Dağcılık yaptığım yıllarda dünyanın en yalnızlarıyla; zirvelerle tanıştım. Sevmenin, özen ve dikkat istediğini, kavuşmayı ve vedalaşmayı onlardan öğrendim.
2008’de bir süre çölde Bedevi dostlarımın yanında bir kıl çadırda yaşadım. Yılanların, buralarda gördüğümüz karıncalar gibi yanımızdan, ayaklarımızın dibinden geçip gidişini orada deneyimledim ve hiçbir canlıya karşı ezberlenmiş bir korku geliştirmemeyi çölden öğrendim. Ayın çölde nasıl da büyüdüğünü gördüm ve oracıkta aya âşık oldum. O günden bu yana ayı gökyüzünde aramadığım tek gecem olmadı. Günün en buhranlı saatinde naneli çay ile serinlemeyi, şahlanan kumlardan korunmak için kıl çadırın içine sığınıp güven duymayı çok sevdim…
Denizlerde henüz tek başıma bir serüvenim yok. Geceleri denizin orta yerinde tek başıma saatlerce durmayı, denizi izlemeyi istiyorum ama bunun için ne ehliyetim ne de deniz aracım var. İlle de birileri beni denizde bir yerlere götürecek. İşte bu da istediğim yalnızlık ve denizim değil. Büyük bir vapurla uzun bir deniz yolculuğu olursa mürettebata rağmen istediğim ıssızlığı kendi içimde sağlayabilirim. Bunu çok istiyorum.
İstanbul’u çok seviyorum. Nereye gidersem gideyim yine buraya döneceğimi biliyorum. Deniz kenarlarında oturup İstanbul martıları ile dertleşmeye hep devam edeceğim. Bir gün bir öykümü yalnızca onlara yazacağım… Adını “balık” mı koysam?.. Belki de “İstanbul Vapurundan Esti Bir Simit” mi desem?.. Ben bile okuyamadan kapsalar öykümü elimden…
Kimleri okumaktan çok keyif alırsın veya bir okul gibi gördüğün edebiyatçılar var mı?
Sait Faik Abasıyanık. Öyle hayranım ki.
Turgut Uyar. Göğe bakmayı belki de daima o hatırlatıyordur bana.
Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u ile Muazzez’e sarılmak…
Yaşar Kemal’in İnce Memed’i ile insan ilişkilerini, başkaldırıyı anlamak…
Oğuz Atay “Tutunamayanlar”ında der ki, “Ben iç dünyama dönüyorum. Orada hayal kırıklığına yer yok.”
Khaled Hosseini’ yi Ve Dağlar Yankılandı ile tanıdım. Çölleri çok sevdiğimi söylemiştim ya, oraları çok özlüyorum. Çöl filmlerini, içinde çöl geçen öyküleri, romanları seviyorum. Bu romanda gece vakti çölde el arabasını çekerek giden bir baba belirir. El arabasında annesiz iki çocuk vardır. Köyden Kâbil’e doğru giderler. İhanet, sadakat, fedakarlık, sevgi… yol boyunca kâh birbirlerinin içine girer kâh birbirlerinden uzaklaşır…
Yeni bir kitap var mı ufukta? Bizimle yeni yazı çalışmalarını paylaşır mısın?
Evet, yeni kitabımın sözleşmesini yayımcım ile henüz imzaladık. Bu yaz raflarda göreceğiz. Bu defa aşkı yazdım. İlk kitabımda erkeklerin ve kadınların zorla dayatılan rollerinin nasıl da birbirine bir bıçak gibi saplandığını yazmış, kendi ruhumu ve kitabımı okuyanların ruhunu kanatmıştım. Şimdi hep beraber aşkta, sevgide buluşalım, istiyorum. Aşk güzel şey, acıtan ve mutlu eden, çelişkiler barındıran… güzel şey.
Kıyıda Dergi’de düzenli olarak öykü yazıyorum. Dergi 2 ayda bir yayımlanıyor. Çok güzel genç bir kadın dostum büyük emek ve çaba ile bu dergiyi var etti ve yine ekibi ile emek vererek yoluna devam ediyor. Kıyıda Dergi ailesi içinde olmaktan çok mutluyum.