Hikâye, 1958 yılında İran’da geçiyor. Marjane Satrapi‘nin büyük amcası ünlü müzisyen Nasır Ali Bey‘in hüzünlü hayatı sanatçının kendi bakış açısı üzerinden yer yer mizahi bir dil kullanılarak anlatılsa da, Satrapi’nin tarzıyla da ilintili olarak hikâyeye hüzün hakim. Bakış açısını biraz daha genişlettiğimizde bir insanı sanatçı yapan nedenlere ve sanatçı olarak yaşadıklarına da rastlıyoruz.
Nasır Ali Bey, işine ve enstrümanına büyük bir aşkla tutkunken bir gün enstrümanı, tarı, kırılır. Tarın kırılması metaforik bir anlatım gibi, insanın hayatındaki kırılma noktalarını ve hatta kalp kırıklığını da sembolize ediyor. Çünkü aynı dönemde Nasır Ali Bey, sırf müzisyen olduğu için hiç kavuşamadığı büyük aşkıyla karşılaşır. Bu aşk platonik değildir fakat sanatı aralarında engel olur; babası kızının bir sanatçıyla evlenmesini kabul etmez. Bu olayın üzerinden seneler geçmiş ve yaşamı boyunca sanatını bu aşkın ona hissettirdikleriyle yoğurmuş olsa da, bir zamanlar sevdiği, sevildiği kadın tarafından hatırlanmamak Nasır Ali Bey’in kalbini kırar. Yeni bir tar alabilir ama kalbi, tıpkı kırık bir tar gibi tamir edilemeyecek durumdadır. Nitekim tar almaya çalışırken hiçbirini beğenmez. Hiçbiri eski tarının yerini tutamaz. Önceleri kırık dökük notalar için enstrümanda kusur bulsa da bir süre sonra sorunun müzik aletinde olmadığını fark eder, onun içindeki yaşama isteği sönmüştür. Sanatına duyduğu aşk oldukça kuvvetlidir, tüm hayatı tarıdır. Bir zamanlar, nasıl ki aşkı için bir şey yapmamışsa, şimdi de artık kaybettiği tarı için bir şey yapılamayacağını düşünür.
“Artık hiçbir tar ona çalma zevki veremediğinden, Nasır Ali Bey, ölmeye karar verir ve yatağına uzanır.”
Nasır Ali Bey, bunu idrak etmesinden sekiz gün sonra vefat eder. Hikâye bu sekiz günü geçmişe dönüşlerle, ailenin içindeki dinamiklerle, yaşama dair sorgulamalarla ve tabii ki İran’da rejimin değişmesi ve bunun gündelik yaşama yansımasıyla anlatıyor. Çizgilerin kullanıldığı bu kitapta, dil alabildiğine sade fakat yine de kitap bittiğinde okur, sonunu bildiği bir hikâyenin de sarsıcı olabileceği gerçeğiyle yüzleşiyor.
Eserde, Persepolis’te olduğu gibi, kadının yeri ve hayatına dair haklı vurgular var. Sadece Azrail’i Beklerken’de bu durum nispeten daha az belirgin. Çizerin imzası kendini yine sadece siyah beyaz çizimlerle kitap boyunca gösteriyor. Bu haliyle alışıldık hikâyelerin ve çizimlerin dışına çıkmış oluyor.
Evlilik ve aile kurumuna da eleştiriler yönelten bir kitap Azrail’i Beklerken. Bu durumu sanatçının ustasının ağzından çıkan şu sözlerle görüyoruz: “Evlendiği ve günde dört kez bağırıp çağırdığı bir kadına şiir yazan birini gördün mü?” Nasır Ali Bey’i yıllarca seven, onunla evlenmek isteyen kadının gün gelip, sanatına, hayatına saygı duymaması; çocukların kendilerine has, masumlukla bencillik arasında gidip gelen durumları; kapanmamış hesaplar ve tüm bunların arasında usul usul acı çeken Nasır Ali Bey.
Azrail’i Beklerken, sadece Nasır Ali Bey’in hayatını anlatıyor gibi gözükse de, bize kadın erkek ilişkilerine, üretmeye, sanata ve yaşama dair pek çok şey anlatıyor. Üstelik bunu evrensel bir dille, çizgiyle yapıyor.
- Azrail’i Beklerken – Marjane Satrapi
- Mürekkep Basın Yayın – Çizgi Roman
- Çeviri: Candan Yasan
- 85 sayfa