Yazarın ilk öykü kitabı olmasının yanı sıra Seda Ersavcı tarafından dilimize çevrilen ve Domingo Yayınevi’nden çıkan ilk kitabı olan Yangında Kaybettiklerimiz birçok ilki beraber yaşamış bir kitap; sözün başında belirtmek isterim. Diğer öykü kitaplarından farklı olarak insan bu kitapta tepeden tırnağa bir korkunun içinde yüzer. Korkuyu yaratan fantastik bir yan bulunmaz. Aynı zamanda korkunun sebebini de insanlar yaratmıştır. Her korku hayatın içinden gelir. Yoksulluğun getirdiği evsizlik, evsizliğin getirdiği sokaklarda yeni bir sabaha sapasağlam uyanamamanın korkusu, doğuştan gelen bir özrün, kolsuz doğmanın getirdiği “insanlar ne der” korkusu, (İnsan bir süre sonra alışkanlığa bırakmış olsa da bu korkuyu…) her gün yürünen yolda artık kimsenin yaşamadığı evin içinde “acaba neler yaşandı, kim vardır?” korkusu, kendisini sürekli yaralamasını söyleyen o korkunç simânın korkusu, bir çocuğa istemsiz zarar vermiş olmaktan kaynaklanan “ya çocuğum olursa ve ben ona da zarar verirsem?” korkusu…
Hepimizin en az bir arkadaşı korkunç hikâyeler anlatmıştır. “Yaşanmış, tamamıyla gerçek!” demiştir. Herkes hayalinde canlandırabilir kendisine göre anlatılan olayı. Peki ya o anlatılan olayın içimizde bir yerde yaşadığını bilseydik ya da başına kötü şeyler geldiği için bizi korkutan hikâyenin kahramanı ile aynı şeyleri düşünseydik? Bu korku hepimize yetmez miydi?
Belki tüm bunlar kâbustur diyebileceğinizi biliyormuş gibi yazarın bu kitaptaki öykülerinden birinde yazdığı şu cümleleri özellikle not ettim:
“Ama bu bir kâbus değildi. İnsan rüyasında acı hissetmez zira.” (syf. 150)
Gazeteci ve editör olarak Buenos Aires’de hayatını sürdüren Mariana Enríquez ayrıca yazarlık da yapmakta. Kurduğu cümlelerin yalın ve sürükleyici olabildiğini göstermesinin yanı sıra iyi bir korku edebiyatı yazarı olduğunu da kanıtlıyor bu kitabıyla. Vampir, korkulu evler, sebebi belli olmayan cinayetlerden, saklanmış katillerden bıkmış insanların tamamıyla beğeneceğini düşündüğüm bu kitapta katiller aramızdadır. Ortalık tamamıyla leş kokmuştur. Yani cinayetler de aramızdadır. Vampirler yok ama korkulu evler için söz vermemeliyim; çünkü bir miktar var fakat evlerin sahipleri kesinlikle insanlardır.
Kitabın arka kapağı şöyle:
“Gerçekliğin keskin sınırlarının müsaade ettiğinden çok daha derin, daha rahatsız edici bir gerçeğin peşinden gidiyor… Güçlü ve nefes kesici.”
New York Times
“Kısa ama fazlasıyla vurucu. Tüm öykülere sinen tüyler ürpertici dokusu, okuyucunun zihnine bir oltu taşı gibi yerleşiyor, bütün o karanlığın içinde parıldamaya devam ediyor.”
Vanity Fair
“Mariana Enríquez’in ürkütücü evreninde canavarlar yatakların altında saklanmıyor, ormanların içinde dolaşmıyor. Bu öykülerde canavar, biziz. 12 öykü, ölümün dokunduğu 12 karakter. Perili olduğuna inanılan metruk bir evde tutsak kalan tek kollu Adela, dişleriyle tırnaklarını söken Marcela, Kepçekulak Ufaklık lakaplı çocuk seri katilin hayaletini gören Pablo ve kadına karşı şiddeti protesto etmek için kendini ateşe atan kadınlar…
Toplumsal yozlaşmayı doğaüstü güçlerle karikatürize ederek anlatan Enríquez, berrak dili ve sanki her şey normalmiş gibi bir tavırla kaleme aldığı öyküleriyle Julio Cortazar, Shirley Jackson ve Roberto Balano gibi isimlerle birlikte anılmaya aday.”
Dilde hiçbir zorlama veya süs olmadan oldukça yalın yazılmış olan kitapta benzetmelerden de yararlanmamış yazar Mariana Enríquez. Her şey olduğu gibi zaten zor ve sindirilemeyecek şekilde gerçek. Bu konuda yazara hak vermemek elde değil. Özellikle gece yatmadan önce okunacak bir kitap olarak vazifesini fazlasıyla yapıyor ve yatmadan önce okunması bırakılıp hiç uyutmamaya yemin etmiş bir kitap olarak akıllara giriyor.
Kitabın içeriğinden bahsedecek olursam öncelikle fark ettiğim birkaç noktayı belirtmek isterim:
Kadınlar normal bir ruh halinde işlenmemiş. Dünya düzenine göre mi tepki vermiş bu bahsi geçen kadınlar? Orası meçhul. Belki yazar bile bunu düşünerek yazmıyor. Dikkatlerden kaçmadığı kesin. Örnek verilecek olursa “Pasaklı Çocuk” adlı öyküsünde kadın karakter ailesinin istemediği bir evde yaşamak için ısrar eder. Eski, uyuşturucu ve her türlü kötü olayın olduğu bir mahallede, gece geç saatte dışarı bile çıkılamıyorken yaşamak isteyen bir kadın… Haliyle yalnız, çoğu zaman dalgalı bir ruh halinde. Kötüyüm dedikçe iyi olmaya çalışıyor fakat henüz becerebilmiş değil. Yine de vicdanı hâlâ hayatta. Ayrıca aynı öyküde başlığa ismini veren pasaklı çocuğun annesi evsiz, biri karnında biri yanında iki çocuğuyla yatak bile denilemeyecek durumda olan bir yorganın üstünde bir sokak kaldırımında yaşamaya çalışır. (Uyuşturucu ve sigaraya bağlılığı hareketlerinden belli oluyor ve ayrıntılarında anlatılıyor.)
“Pansiyon” adlı öyküsünde ise pansiyon sahibi kadın, Elena, öykünün ana karakteri olan Florencia’nın babası tarafından terkedilmiş, mutsuz bir kadındır. Bunun için de agresif olduğu ayrıntılarda belirtilir. “Esrik Yıllar” adlı öyküsünde genç kızlar uyuşturucu veya ota yatkın olarak hayatlarını sürdürürler. Kız arkadaşları Andrea’nın sevgili edinmesi üzerine, ona olan kızgınlıklarına dahi ot ve uyuşturucu eşlik eder sözgelimi. “Adela’nın Evi” adlı öyküsünde kardeşlerin korkunç hikayeler anlatmaya bayılan arkadaşları, Adela, kolsuz bir çocuktur. Bu durumu bile korkunç hikâyelerle anlatan Adela’nın kolunun doğuştan böyle olduğu belirtilir ama Adela buna inanmaz. “Komşunun Avlusu” adlı öyküsünde Paula iyi bir işte çalışırken, çocuklara olan sevgisini evsiz çocukları bir bakım evinde bakma göreviyle gösterirken, diğer öykülerde karakterlere eşlik eden daimi kötü arkadaşlar olan ot ve alkol onun da yanındadır. Yardımcı gözetmen ve arkadaşı çalıştıkları eve gelir ve Paula’ya işinin başında olmasına rağmen alkol ve uyuşturucu teklif ederek yüksek sesle müzikten bile rahatsız olmayacakları konuma getirir kendilerini. O havalarda uçuşan kafasının içinde dolaşırken küçük bir çocuğu yataktan düşmüş bir şekilde acıya bırakır adeta. Bu durumdan sonra işini kaybeder ve çocuk sevgisini kedisi Eli’yle dindirmeye çalışır. Kocası bir süre sonra onun sürekli birilerini dolaşırken gördüğünü düşündüğü için terk eder Paula’yı. Gördüğü kişiler belki de yoktur. Belki de Paula delidir. Bu düşüncelerin hepsi yazar tarafından sizin zihninizin derinliğine bırakılmıştır. Güle güle kullanınız.
“Bir Gram Et Yok Üstümüzde” adlı öyküsünde ise kadın karakter çöpte gördüğü bir kafatasını evine götürür ve bir gram eti bile olmayan kafayı ruhsuz, kalpsiz olmasına rağmen adeta yeniden insan olduğu haline geri getirmeye çalışır. Sevgilisini bu koşullar altında kaybeder ve yalnızlığının farkına bile varmaz. Kafatasının isim bile koyar. Vera. (İspanyolcada “Calavera” kafatası anlamına geldiğini öğrendiğinizde en az benim kadar şaşırırsınız umarım.) Belki de bize yabancı gelmeyecek son öyküsünden de örnek vermek isterim. Kitaba ismini veren “Yangında Kaybettiklerimiz” adlı öyküsünde metroya binip hayat hikâyesini anlatan yüzü yanmış ve dudaklarını artık yarım olarak kabullenen bir kadın vardır başımızda. Sevgilisinin yüzüne alkol atması ve ateşi çakması sonucu kaybeder “güzelliğini”. Tüm kadınların “güzelliğini” kaybetmesi için bir olay başlatmaya karar verir. İlk bakışta mide bulandırıcı duran bu ateşe atlama, yüzünü kaybetme sevdası onun söylediği bir cümle ile açıklanabilir duruma gelir. İnsan tarafsız baktı mı içinde bir yerlerde ayaklanan şeyler olacağı kesin…
“‘Şayet böyle devam ederlerse erkekler buna alışmak zorunda kalacak. Kadınların çoğu, şayet hayatta kalırlarsa benim gibi olacak. Bu çok güzel olmaz mıydı? Alın size yepyeni bir güzellik anlayışı.’
(..)Altmış yaşının üstünde kadınlar vardı aralarında; Silvina hepsinin geceyi sokakta geçirmeye, kaldırımda kamp kurmaya ve üzerinde YETER BİZİ YAKTIĞINIZ yazan pankartlar hazırlamaya dünden razı olduğunu görünce şaşkına döndü.” (syf 188-189)
Belki de hepsinin ortak noktası; ipi ne tarafından tuttuğu bilinmez ama hayata tutunmak adına bir şeyler yaparlar. Tuttukları ip kesilmiş de olsa, sağlam da olsa hepsinin eli değmiştir.
İkinci değinmek istediğim nokta ise çocuklar… Onlar hakkında söylenecek bir çok ayrıntı gözüme çarptı. Önceliği kural tanımıyor oluşlarına ayırmak isterim. “Pansiyon” adlı öyküsünde bir intikam uğruna pansiyona izinsiz girer iki arkadaş. “Esrik Yıllar” adlı öyküsünde okula alkol getirilir ve bazen uygun olmayan ilaçlar alınıp derslerde uyunur. “Adela’nın Evi” adlı öyküsünde merak edilen o terk edilmiş eve gizlice girebilmek için ailelerinden izinsiz evden çıkar iki kardeş ve arkadaşları Adela. Anneleri kardeşleri uyarmasına rağmen aile sözleri dinlenmez adeta.
Dikkatimi çeken bir diğer ayrıntı ise işkence çeken, öldürülen insanların genelde çocuklardan seçildiğidir. “Pasaklı Çocuk” adlı öyküsünde öldürülen bir çocuk fakat kim olduğu öğrenilemez bir türlü. Acımasızca tecavüz edilmiş küçük çocuğun dili dahi ısırılmış, dövülmüş ve işkence edilerek öldürülmüş bulunur. “Pablo Bir Çivi Çaktı: Kepçekulak Ufaklık’ın Yadigarı” adlı öyküsünde Ufaklık ismindeki katil çocuğun özellikle çocukları öldürdüğünden ve bunu yapmaktan keyif aldığı bahsedilir. Bazı cesetlerin alnına çivi çakar katil çocuk, bazılarını boğar. “Komşunun Avlusu” adlı öyküsünde ayağı zincirle bağlanmış, normalden biraz farklı bir çocuk gözlerden kaçmaz.
Öykünün birinde yapılan bir benzetme bana çocukları anımsattı. Hazır onlardan bahsedilmişken iliştirmek isterim. En iyi açıklama bu olabilir ancak.
“Karanlıkta bitkilerin arasında, daha doğrusu bitki olduklarını varsaydığın şeylerin içinde ateşböcekleri parıldıyordu. Onlara yıldızböceği denmesinden nefret ediyorum, bence ateşböceği çok güzel bir isim. Bir seferinde birkaç tanesini yakalayıp bir mayonez kavanozuna koymuştum da çok çirkin olduklarını o zaman fark etmiştim; kanatlı hamamböceklerine benziyorlardı. Yine de hakları verilmişti doğrusu: Uçmayıp kımıltısız durduklarında vebayı akla getirirken uçtuklarında ve parıldadıklarında büyü kelimesini karşılıyorlardı sanki; güzelliğin ve iyiliğin göstergesiydiler.” (syf. 100-101)
Günümüz sorunu olan kadın cinayetlerinden, insanların büyük sorunlarından biri olan alkol ve uyuşturucudan, eşcinsellikten, savaştan, ataerkilliğe kadar neredeyse her konu nasibini almıştır bu kitapta.
“Adela’nın Evi” adlı öyküsünde ağabeyinin korku filmi izlemesi üzerine sinirlenen kız kardeş annesine bu durumu söylediğinde “O bir erkek” cevabını alır. O büyük, o kendi başının çaresine bakabilir değildir cevap. Onun bir erkek oluşudur. Erkek… Konu kapanmıştır. “Pansiyon” adlı öyküsünde yakın kız arkadaşıyla pansiyonda yakalanan karakterin kız kardeşinin onları lezbiyen zannetmesi de eşcinselliğe verebileceğim bir örnek olabilir zannımca. Özellikle bu iki konuya örnek vermemin sebebi ilk görüşte göze çarpamayacak kadar normal gözükmesidir. Bir karmaşa, bir büyük olay haline getirilmeden ince bir çizgide yürümüştür bu iki ayrıntı. Öyküyü gerçeğe yakın ve normalleştiren de budur zaten.
Öykülerin sonunu daha da fazla işkence, kan ve acıyla bitirmek yerine ucunu açık bırakan bir sonuca bağlamayan yazar Mariana Enríquez tüyleri diken diken etmiştir fakat gecelerce düşündürtmeyecek kadar iyi bir durumda bırakmıştır öykülerin sonunu. Beterin beteri her zaman vardır. Neyse ki bu öykü kitabında bu kadarını düşünmek insanın zihnine bırakılır. İşin bu kısmı hoşuma giden bir diğer noktalardan biriydi. Ne mutlu insan zihni yeteri kadar kötüyü düşünmeye yatkın gelişmiş durumda. O gün iyiyi düşünmek isteyen insan, en berbat durumdaki karakteri bile ışıklı yollarda yürütebilir. Bu konumda kitap birkaç kez okunabilir. Her okunduğunda farklı hisler, farklı koşullar yaratabilir öykülerde çünkü.
Ne kadar önyargı ile elinize alırsanız alın hepsini yıkacak gücü olduğuna inandığım bu kitabı başucunuzda birkaç cümlesi çizilmiş şekilde bırakacağınıza olan inancım yüksek. Bu gücü nereden buluyor kitap henüz bulamadım ama gücü içinizde saklayabilmeniz mümkün. Tarafınızı seçmek size kalmış. Bitirmeden önce son bir cümle size ne demek istediğimi açıklayacaktır:
“Her mahalle, herhangi bir mahalle, hatta ancak en idealist -yahut en saf- sosyal hizmet görevlilerinin adımını atmaya cesaret edebildiği, devlet tarafından terk edilmiş ve saklanması gereken suçluların en sevdiği yer olan bu mahalle, bu tehlikeli ve sakınılan yer bile, yığınla güzel ses barındırırdı içinde. Hep böyle olmuştu.” (syf. 163)
İyi okumalar!