“İyi bir hikâyesi olan insan neredeyse kraldır.” S. 178
“Unutmanın Genel Teorisi”ne dair konuşmadan evvel, kitabı okumaya başladığımda, kendimi hiç tanımadığım bir coğrafyada hissettim. Kitapçıların rafları, genel kanı ve yayıncıların tercihleri gibi birçok neden üretebileceğimiz şekilde özellikle çeviri edebiyatta Avrupa, Rusya, Güney ve Kuzey Amerika ekseninde üretilen eserlerle dolu oluyor. Eminim ki çoğu okurun da bu satırları okuduktan sonra dikkatini çekecektir: Kaç tane Afrikalı yazarın kitabını okudunuz? Afrika edebiyatına ne denli hâkimsiniz? Bu soruları kendime sorunca, yabancı bir coğrafyadaymışım gibi hissettim ve bunu sorgulamaya başladım. Dünyanın en eski kıtalarından biri olan ve insanları yüzyıllardır sömürülen bu anakarada, insanların anlatacak ne çok hikâyesi vardır… Ve biz yine o hikâyelerin uzağında yaşayıp gidiyoruz…
Jose Eduardo Agualusa, bize sesini ulaştırabilen Angolalı bir yazar. Geçtiğimiz yıl Dublin Edebiyat Ödülü’nü kazanan “Unutmanın Genel Teorisi”, en başta alıntısını yaptığım satıra hakkını verebilecek nitelikte bir hikâyeye sahip. Öyle ki, okumaya başladıktan sonra, hissettiğiniz yabancılaşma duygusu içten içe bir şefkate dönüşüyor, o insanlara ısınıyor ve aslında hepimizin benzer hayatların içerisinde yaşıp gittiğini gösteriyor. Ufacık hikâyeler, detaylar, efsaneler, yoksulluk, ömürleri özgürlük arayışı içerisinde geçmiş insanlar ve yaşadıkları acılar, herbiri gerçek bir olayın etrafında toplanıyor ve Agualusa’nın güçlü edebi diliyle bizlere aktarılıyor.
Ludo, Portekiz’de ablasıyla beraber yaşamaktadır. Hâl ve hareketlerinden, içine kapanık, konuşmayı pek sevmeyen, insanlara güvenmeyen bir kişiliğe sahip olduğunu anladığımız Ludo’nun hayatı, ablasının evlenme kararıyla değişir. Çünkü ablası Odete, Angolalı Orlando’ya âşık olmuş ve evlenerek Angola’ya taşınmaya karar vermiştir. Doğal olarak kardeşini de yanında götürecektir. Bundan sonraki olayların tamamı Angola’da gerçekleşir. Angola, Portekiz’in sömürgesi halindedir ve ülke içten içe bu sömürge düzenine karşı ayaklanmaya başlamıştır. Buraya yeni taşınan ve yaşadığı ülkenin dilini, yaşayış biçimini, kültürünü bilmeyen, dahası tek bir insan dahi tanımayan Ludo, kapana kısılmış gibi hissetmektedir. Ablası ve eniştesiyle, on bir katlı bir binanın en üst katında yaşamaktadırlar. Dairenin geniş bir avlusu vardır ki bu avluya Orlando, çeşitli bitkiler ekmiş ve hatta bir muz ağacı bile dikmiştir. Bu detayların ne işe yaradığını, ilerleyen bölümlerde anlıyoruz…
Günler geçer, ülke iyiden iyiye karışır. Odete ve Orlando, kargaşa nedeniyle ülkeden ayrılacak arkadaşlarının veda partisine giderler ama geriye dönmezler. Sokaklardan silah sesleri gelmektedir. Ne bir insan tanıyan, ne de ülkede konuşulan dili bilen Ludo bir başına kalır. Kapı çalınır, eve girmek isteyenler olur. Çekmecelerden birinde bulduğu silahla eve girmek isteyenlerden birini vurur Ludo. Bu andan itibaren, kendi can güvenliğini korumak için, dairenin giriş kapısının önüne duvar örer. Eniştesinin yavruyken hediye ettiği köpeğinden başka kimsesi olmadan, yaşamaya başlar. Bir dairenin içerinde, dünyadan tamamen yalıtılmış bir vaziyette yaşamını sürdürmeye başlar.
Dairenin avlusuna ekilen bitkiler besin kaynağını oluşturur, sular aktığınca su depolar ama bir süre sonra elektrikler ve sular kesilir. Ufak radyosundan yalnızca Portekizce konuşmaları anlayarak neler olduğunu anlamaya çalışır. Sokaktan gelen patlamalar, silahlı çatışmalar, kavgalar gürültüler onu iyiden iyiye tedirgin eder. Günlük tutmaya başlar. Zaman geçtikçe yiyecek sıkıntısı çekmeye başlarlar. Hem köpeği hem de kendisi ne yiyeceklerini düşünürken alternatif bir yol olarak avluya konan güvercinleri yakalamaya başlar. Kitaplıktaki kitapları yakarak yemek yapar, ısınır. Azami imkanlarla ne kadar yaşanırsa o kadar yaşamaya çalışır Ludo.
Zaman geçer. Günler, aylar ve hatta yıllar birer birer akar gider. Günlük yazacağı defteri kalmayan Ludo evin duvarlarına yazmaya başlar. Yapacak hiçbir şeyi olmadığı için günlerce okur; bunun etkisiyle gözleri işlevini kaybetme noktasına gelir. Tam 28 sene orada bir başına yaşar Ludo. Evet, neredeyse otuz sene bir başına, dışarıda ne olup bittiğini bilmeden yaşamaya devam eder.
Bu heybetli hikâyenin albenili tarafı ise, önsöz kısmında saklı: Agualusa, romanının temelini oluşturan hikâyenin gerçek olduğunu, olayın kahramanı Ludovica Fernandes Mano’yla tanışıp kendisinden aldığı günlük ve dairesindeki duvarlarda yazılı yazılardan derlediği bir çalışmanın sonucu bu romanı yazdığını bizlere aktarır. Agualusa, bize hikâyesini, çeşitli karakterler, yerel kültüre dair anlatılar, yer yer gerçeküstü bölümler ve yerel halkın içerisinde bulunduğu ahvali öyle içten aktarır ki, kurguyla gerçekliğin nerede iç içe geçtiğini, neyin gerçek neyin kurmaca olduğunu karıştırırız. Ludo’nun şiirsel satırlarıyla beraber karamsarlığı son deminde yaşarken, yerel kabilelerin inançları, beklentileri ve birbirlerine sıkı sıkıya bağlı birliktelerinden mutlu oluruz. Yer yer bir polisiye hikâyenin içinde kalırken, çocukluğun her coğrafyada, her medeniyette aynı masumiyeti temsil ettiğine şahitlik ederiz. Birçok hikâyecik, sizi hiç tanımadığınız, adını dahi bilmediğiniz kentlerde, bilmediğiniz isimli insanların oldukça tanıdık ve hüzünlü bir dünyanın içerisine alır koyar. Bir romandan daha ne bekleriz ki zaten?
“Unutmanın Genel Teorisi” romana evrilmeden evvel sinemaya senaryosu olarak yazılmaya başlanmış fakat şartlar olgunlaşmamış olacak ki filmi çekilememiş. Kim bilir ilerde filmini de izleyebileceğimiz güzel bir romanı sizlere gönül rahatlığıyla önerme huzurunu taşıyorum. Kendinizi yabancı hissedebileceğiniz bir coğrafyanın tanıdık duygularına davetlisiniz.
- Unutmanın Genel Teorisi – Jose Eduardo Agualusa
- Timaş Yayınları – Roman
- 272 sayfa
- Çeviri: Sevcan Şahin