Anadolu’da bir şehir, küçük kimsesiz. İnsanıyla birlikte her gün eriyen, boşluğa doğru yitip gitmeye her an biraz daha yakın. Altın uğruna zehirlenmeyi dahi göze alabilmiş bir yoksul kent. Bu şehirde bir otel, eskimiş köhne mobilyalı, yaşama hırsını kaybetmiş, yenilmiş. Müşterisi az, bitkin,bitli, yoksul. Eski haşmetini yitirmiş, bir kahvehane olmuş şimdilerde.
Bu otelde bir adam, her yeni sabah gitmeye niyetlenmiş ama gidememiş. Kendi kuyusuna hapsolup kalmış. Ruhu sıkılmış, rüyalarını korkular ve geçmiş teslim almış. Bu adamda bir ağrı, Dünya Ağrısı. Öyle bir ağrı ki, her bir nefes alıp verişte daha ağır.
Madenci de o vakit çıkagelir, bu ağrıyı paylaşmak, anlatarak anlattırarak biraz olsun hafifletmek için. Mürşit ile Madenciyi bir araya getiren, onları diğerlerinden ayıran uzun konuşmalar, uzun suskunluklar var. Onlar farkındalar, ağırlığın altında eziliyorlar, diğerleri görmezden gelmeyi tercih ediyor.
***
Ayfer Tunç, belki de ilk kez sıyrılıyor asıl konusundan, aldatmaktan. Önceki kitaplarında sürekli güzel kadınları, onların etrafında dönen entrikaları işlemesinden dolayı eleştirilmişti. Bu defa erkeğin dünyasını da derinden ele alıyor yazar, güzelliğin değil yabancılığın üzerine kuruyor anlatısını. Bu coğrafya insanının var olma sancılarını, kendiyle yapması gerektiği ama kaçındığı kavgaları gözler önüne seriyor. Bu kitap bir iç hesaplaşma, oldukça unutkan bir halka zaman zaman ansızın gövdesini saran huzursuzluğun sebeplerini hatırlatma amacı taşıyor.
***
Göğsümde böyle bir ağrı var diyenler okumakta daha fazla gecikmesin; zira bu kitap gibi bu dünya da hepimizin, ağırlığıyla beraber.