Adına şarkılar yazılan bir eyaletin başkentinde, hatırı sayılır bir yargıcın altı çocuğundan en küçüğü; çok sevdiği kitap “Zelda’s Fortune” olan kurgusal çingene prensesin adından esinlenerek ona Zelda ismini veren annesine, merak ve coşkuyla hep aynı soruyu sorar: “Anne, insan uykusunda yaşlanır mı?” Bu soru, yaş aldıkça farkına varmadan korkusu olacaktır. Yaşlanmaktan korkuyordur. Daha doğrusu bir şeylere yetişemeden, tamamlamadan yaşlanmaktan… Büyüdükçe soruyu yinelemez olur elbette fakat bilinçaltına yerleşmiştir artık.
Nitekim bugün dönüp Zelda Sayre’ın hayatına baktığımızda “O hiç yaşlanmadı ve yine neredeyse hiç uyumadı,” diyebiliriz.
Genç yaşından itibaren günlük tutan, hikâyeler yazan, dans ve baleye tutkun bir kadın için bitirmeyi ve yayımlamayı başardığı tek romanının otobiyografik özellikler taşıması doğaldır. Ve tam seksen altı yıl önce, Zelda Fitzgerald’ın altı hafta kadar kısa bir sürede, tedavi gördüğü klinikte yazımını tamamladığı ilk ve tek romanının yayımlanışının yıl dönümü bugün.
“Save me the Waltz” adı ile 7 Ekim 1932’de, 3.010 kopya olarak basılmış, satışı beklendiğinden az olmuş, ikinci baskıyı görememiş ve 1.392 adet satmıştı. Kitap, Türkçeye Can Yayınları aracılığı ve Alev K. Bulut çevirisi ile “Son Valsi Bana Sakla” adı altında Ağustos 2016’da ilk basımını gerçekleştirmiştir.
Zelda başta da belirttiğim gibi Alabamalı’dır. “Son Valsi Bana Sakla” romanının kadın başkahramanının adını da Alabama olarak belirler. Alabama da tıpkı Zelda gibi Temmuz doğumludur. 24 Temmuz doğumlu Zelda, kurgu başkahramanının doğumu için kendisinden farklı olarak sadece sonu yerine, temmuz ayının ilk çeyreğini seçmiştir. Romandaki baba figürü tıpkı kendi babası gibi yargıçtır. Millie ismini taşıyan anne, gerçek hayatta Minerva’nın kısaltması olarak tercih ettikleri Minnie’ye bir harf mesafededir. Alabama, tıpkı Zelda gibi, farklı, tutkuları olan, dansa aşık bir çocuk ve sonrasında genç kadındır. Romanın ilerleyen bölümünde yer alan olay, durum ve kişiler hem evliliğinden hem hayatına dahil olan diğer yüzlerden beslenir. Meslekler, şehir adları vb. gibi ufak tefek değişikliklerle Zelda gerçekliği, romanda kurgusal bir hayata evrilir…
Bu kişisel, otobiyografik yazım şekli, yazarın kahramanla iç içe geçtiği yazın dili onu hiç zorlamazken, biz okurları da hiç şaşırtmaz. Aslında O, “sanki biri ona dikte ettiriyormuş gibi ya da otomatik pilotun devreye sokulması gibi, adeta ciğerini ve kalbini kusar gibi yazıyordu, ” diyecektir kızı Scotty sonraki yıllarda.
Romanda, zaman hızla akıyordur. Geçişler keskin, kullanılan metafor ve betimlemeler kuvvetlidir. Duygusal yönü güçlü, adeta günlük tutar gibi değişken, akıcı, hızlı ilerleyen, kendi içinde sıralı-karışıklık sergileyen bir otobiyografik-kurgu roman niteliğindedir. Günlük tutar gibi ilerliyor olması, Zelda’nın hayatına şöyle bir bakmayı seçtiğimizde bile anlam bulur. Çocukluğundan beri günlük yazan biridir Zelda. Genç kızlık dönemlerinde bu günlük, öykülerini de not ettiği bir defter işlevi görür. Hatta sonradan eşi olacak adama, Scott Fitzgerald’a günlüğünü göstermiş, o da yazmakta olduğu kitap için bu günlüğü ödünç almıştır. Kullandığı bölümler olmuştur ilk romanında, hatta çoğu kişi ‘muse’ yani esin kaynağı olarak hep Zelda’yı ve kendi yaşamlarından izlerin varlığını işaret etmiş olsa da tüm romanlarında Zelda’nın sonradan biyografisini yazanlar bunun tam da böyle olmadığını farklılıkların üzerine basarak anlatacaklardır. Fakat bu esin olmuş olmasına, günlüğü rahatlıkla, güvenle emanet etmesine elbette ki engel değildir.
Aynı şekilde, birçok kaynakta Zelda Fitzgerald’ın döneminin, 20’lerin “kayıp kuşak” olarak adlandırdığı en önemli yazar temsilcilerinden olan eşinin gölgesinde yaşadığı, onu kıskanması sonucu onun gibi yazarlığı ile ön plana geçmeyi istediği, asi bir inatla yazar olmaya soyunduğu söylense de bu bilgi tam anlamıyla doğruyu yansıtmaz. Bunu bizzat kızı yalanlamaktadır. Aslında sonraki yıllarda kendisine de sürpriz olmuştur bu: “Düşünebiliyor musunuz, kim inanırdı annemin, babamdan da önce yazıyor olduğuna, ” diyecektir bir söyleşisinde. Çünkü Zelda hiçbir zaman kızına bundan bahsetmemiş, kaleme almış olduğu bir öykünün bulunması ölümünden sonraki bir tarihe denk gelmiştir.
Şöyle ki: Zelda Sayre, 1900 doğumludur. 17-18 yaşlarında yazmış ve “The Iceberg”** adını vermiş olduğu öyküsü, 1918 yılında “Sidney Lanier High School Literary Journal”da yayımlanmış ve Zelda o yaşında bu öyküsü ile ödüle layık görülmüştür.
“The Iceberg” öyküsü de tıpkı yayımlanan tek romanı “Son Valsi Bana Sakla” gibi otobiyografik özellikler taşır. Öyküde yine aristokrat güneyli bir ailenin, kendi ayakları üzerinde durmak isteyen üçüncü kızıdır. Kendisinden büyük iki kız kardeşinin evliliği ile birlikte kendisi evliliğe karşıdır. Sonradan evlenecektir fakat. Öykü’nün romandan farklı kısmı, bir erkek kardeşinin olmasıdır. Erkek kardeşine göre O; güzel, mesafeli tavrı ile bir buzula benzeyen, ‘magnetizmi’ olmayan bir genç kadındır. Öyküde, otobiyografik özellikler yüklediği başkahramanının adı ise Cornelia’dır.
Zelda, bu öyküsü ile 1918’de ödül almasından kısa bir süre sonra, uykusuz akşamlarından birinde, o adına şarkılar bestelenen Alabama eyaletinin başkentinde düzenlenen bir dans partisinde, askerlik görevini ifa etmek için şehirde bulunan, sonradan eşi aynı zamanda da ünlü bir yazar olacak olan F. Scott Fitzgerald ile tanışacaktır.
Scott, tanışmalarından kısa bir süre sonra kendisine evlenme teklif eder, ancak Zelda tereddüttedir. Ailesi de öyle. Scott, onunla New York’a gelmesini ister, yazar olma hayalinden, zengin olma rüyasından bahseder. Birlikte, bu defa ikisinin de dahil olduğu yeni düşler kurarlar. Ancak Zelda bu evlilik teklifini kabul etmez. Scott, önce kendini, kendine kanıtlamak durumundadır ona göre. Böylece askerliği biten, Alabama’dan ayrılan Scott ile mektuplaşmaları başlar. Scott arada sırada yazıyor olsa da Zelda mektupları hiç aksatmaz. Tarih Mart 1920’yi gösterdiğinde F. Scott Fitzgerald’ın ilk romanı “The Side of Paradise” yayımlanır. Büyük başarı elde eder. Aynı mart ayında, ay tamamlanmadan Scott, Zelda’ya annesinin yüzüğünün de içinde olduğu bir mektup gönderir. Böylece evlilik teklifini yineler. Zelda yüzüğü parmağına geçirdiği gibi onu bulmak için yola koyulur. Nisan ayında Zelda Sayre, Zelda Fitzgerald olmuştur artık.
Fitzgerald’ın ilk romanının çok okunması, kabul görmesi, çok satması sonucu, ışıltılı dünyanın kapısı da aralanır. Tanınmış insanların, caz, alkol, sanat ve edebiyatın yoğunlukla aktığı ortamların içine karışırlar. Bugün dahi, 1920’ler dendiğinde akla gelen ilk çifttir Fitzgeraldlar. Scott, gençliğinden beri alkoliktir aslında; hadi alkolik demeyelim de gayet meyillidir alkolik olmaya. Yeni ortam, ün, şöhret, müzik, altın ışıltılar saçan görkemli bir dünyaya ani girişi bu meylini besler. Zelda peşinden gider. İkisi de sünger gibi emiyordur alkolü, su gibi, nefes gibi tüketiyorlardır yazar pek çok kaynakta… Öyledir de!
Evliliklerinden iki yıl sonra, 1922’de kızları Francis (Scotty) doğar. Mutlu, ünlü, güzel bir ailedirler görünüşte. Scotty’ye düşkündürler ancak çocuğun çoğunlukla dadılar eşliğinde büyüdüğü gerçeğini değiştirmez bu düşkünlükleri. Bu arada Scott Fitzgerald roman yazmaya devam etmektedir. Zelda’yı ihmal etmeye, yaptığı hiçbir şeyi beğenmemeye, kırıcı cümlelerle aşağılamaya başlar, onu adeta kendi haline bırakır, umursamaz.
Romanlarında da değişken iki duyguyu aynı anda kahramanlarına yaşatmayı çok iyi başaran Scott Fitzgerald, eşine de aynı değişken, ikili, anlaşılmaz tavır ve alınganlıklar gösterir. Kavgaları artar. Hatta öyle şiddetlenir ki Zelda; anlam verememenin, anlatamamanın, itilmenin, var olmasının -Scott’un yazmış olduğu romanlara esin olduğunu dile getiriyor olması ile- yüceltildiği, yok sayılmanın peşi sıra geldiği ikilem içerisinde gün be gün daralan bir çemberde bulur kendini. Ruh sağlığını yitirir. Zelda, kocası tarafından odaya kitlendiği zamanı da yaşar. Diğer yandan kilit açıldığında onu tekrar kendine aşkla çekiyor olmasının ikircikli yüzü ile baş başa kalır. Bir defasında, bir kavga esnasında az kalsın gözünden olacaktır.
Diğer yandan Zelda “kocasına adanmış bir ruhtur” fakat onun ilgisizliği, ona tepeden bakmaya başlaması, aşağılayıcı cümleleri; gençliğinde yarım bıraktığı dans ve yazı için Scott’u suçlama sebebine dönüşür. Kendini ifade etme yollarının kısıtlanmış olduğunu hisseder. Kocasının ilgisizliği (en azından onun hissettiği budur) olmasa aslında bunları önemsemeyecektir bile. Kendine yine yeniden kendini kanıtlamak ve ona, sevdiği adama yakın durmak çabası ve gayreti ile inatçı ve değişken hareketlerde bulunması bundandır. Tuhaf, şiddet ve tutkunun bir arada dairesel dönüşümlerle el ele yol aldığı, değişmez bir devinim içerisinde yinelendiği, bu yüzden kopuk fakat kopamayan bir ilişkidir onlarınki.
Bugün yine bakacağınız ve bulacağınız muhtemel kaynakların çoğunda Zelda’nın kocasına bağımlılığından, ona ayak bağı olmasından, hayatını zorlaştırmasından bahsedilir. Ki bir anlamda özellikle de 1935’ten sonra bu, Scott Fitzgerald için de geçerlidir diyebiliriz. Böylece karısından uzaklaşır ve hayatına yeni bir yol çizerek, Hollywood macerasına ve yeni bir ilişkiye doğru yol alır. Oysa Zelda, tıpkı öykü ve romanındaki başkahramanlar gibi, hep özgür, özgün, tutkulu, asi ve kendini önce kendine sonra çevresine kanıtlama güdüsü ile yaşamış, kocasına aşırı derecede aşık, adanmış, bağlı ama asla anlatıldığı anlamda bağımlı olmayan, bir yıldız kadındır.
Yeri gelmişken, dans, öykü, tiyatro oyunu ve roman yazarı Zelda’nın ressam yönünden biraz bahsetmek isterim. Pek fazla bilinmese de Zelda Fitzgerald bir ressamdır.
Genç yaşında bazı ufak tefek çizimler yapmaya başlar, taslaklar hazırlar, kızının doğumundan sonra bunlara ağırlık verir. Öncelikle kendi ailesinin yüzlerini taşıyan kâğıt bebekler ve onların kıyafetlerini çizer, keser ve bunları kızı ile oyunlarında kullanır. Yine kızı için “Alice in Wonderland” çizimleri yapar. Kendi algısında yarattığı, içinde yaşadığı karmaşa ile birleştirdiği bir tür Zeldavari ‘wonderland’tır resimlerine yansıttığı. Bir ara futbol oyun ve oyuncularını resmeder. Amacı futbolu seven kocasına bir güzellik yapmaktır. Kendisi için ise sevdiği çiçekleri resmeder. Kendi ruh halini yansıttığını tüm netliği ile görebileceğimiz çizim ve resimler çıkar ortaya. Londra, Washington gibi meydanlar, ailece gittikleri Riviera sahilleri de bu çizimlere dahil olur.
1934’de resimleri için New York’ta bir sergi açılır. 1940’ta Scott, karısına bir sanat kitabı hediye edecektir. Zelda muhteşem bulduğu bu kitaba ve hediyeye hayran kalır. Mutluluğu ve belki ufak denebilecek detaylarda tekrar huzuru yakalayabilme, aşkın orta yerine yeniden kor düşürebilme olasılıkları ünlü yazarı sevindirir ve gelecek yıl belki yine bir sergi açması gerektiğini söyler karısına. Sergi Scott Fitzgerald’ın ölümünden bir yıl sonra ancak gerçekleşecektir.
Hayata vedasından yaklaşık yarım asır sonra Zelda Fitzgerald’ın torunu Eleanor Lanahan, büyükannesi için bir kitap kaleme alır (1996). Kitabın adı; “Zelda: An Illustrated Life” adı ile yayımlanır. 2014 yılının temmuz ayında ise, Zelda’nın doğum günü anısına Montgomery, Alabama’da, Zelda’nın sanatına adanmış bir galeri açılır. Bu çizim ve resimlerin bazılarının tarihi 1932’den önceye, yani şizofreni teşhisi ile hastaneye yatmasından öncesine aittir. Bazıları ise sonrasına. Resimlerde Zelda’nın değişen ruh hali oldukça nettir. Hastalığının teşhisi konmuş, 1932 yılından itibaren kliniğe yatıp çıkmış, krizleri devam ettikçe bu ziyaretler önce sıklaşmış, sonra devamlı bir-mecburi yatışa evrilmiş, nitekim ilk teşhisten 16 yıl sonra yaşamı hastanede son bulmuştur.
Ölümünden seneler sonra, ilerleyen tıpla birlikte aslında, Zelda’nın hastalığının şizofreni olmadığı, elbette aşırı ruhsal çöküntünün sebep olduğu bir tür psikolojik bozukluğun ağırlaşarak sürdüğü, ancak onun kötüleşmesini sağlayan şeyin şizofreni teşhisi ile birlikte gelen yanlış tedavi ve uygulamaların sonucunda ilerlediği, doktorlar tarafından defalarca dile getirilmiştir. Uygulanan aşırı derecede elektrik şok tedavileri bunlardan sadece biridir. Odaya kilitleniyor olması belki de özgün ruhuna vurulan en büyük darbedir.
İlk tanıştıklarında uzakta olan Scott’tan mektuplarını esirgemeyen Zelda, bu defa hastaneden yazmaktadır:
“Haziran 1935,
Sevdiğim ve daima seveceğim sevgilim Scott,
Seni artık boş bir kabuk olan bu beden dışında, buyur edecek hiçbir şeyim olmamasına ben de çok üzülüyorum. İnsan sağır bir mekanizmadan ibaret değilse, buyur edecek hiçbir şeyinin olmaması karşısında hissettiği acı, katlanılmaz derecede büyük. İlişkimizin başladığı zamanlardaki güzellikten eser kalmadı sana sunabileceğim. Duyularım olsaydı karşında büyük bir minnet ve hüzünle eğilebilirdim. (…)
Avlumuzdaki gülü hatırlıyor musun? Bana “sevgilim” demiştin. Öyle naziktin ki aklımdan şu cümle geçmişti: “dünyanın en tatlı insanı”. Sen hala benim sevgilimsin Scott. (…)
Şimdi artık mutluluk yok, evim yok! Artık bir geçmiş de yok, huzur verecek bir his de yok…
sadece sana ait olan anılar… (…)
Şarkın… Öyle sonrası güneşini alan, bahçesinde güneş ışınlarının gümüş çaydanlığa yansıdığı bir evimiz olmasını, orada Scotty’nin beyaz elbisesi içinden adeta bir Renoir tablosundan fırlamış gibi koşturmasını, senin roman üstüne roman bitirip hemen bir diğerini yazmaya başlamanı ne çok istemiştim. Ve çay için her zaman bal olacaktı sofrada.
Mutlu olmanı istiyorum. Adalet varsa olmalısın.
Belki de öylesin…
evet öylesin…
olmalısın, olmalısın…
Zelda”
“1920’in Mart’ında mektup aracılığı ile aldığı yüzük eşliğinde büyük mutluluk yaşayan ve sevdiği adama koşan Zelda, 28 yıl sonra (1948) yine bir mart ayında bu defa kaldığı hastane odasında, sekiz diğer hasta ile kilitli tutulduğu hastane odasında, binanın mutfak katında çıkıp sonrasında tüm binaya yayılan yangında hayata veda etmiştir. Kilitli kapıyı açmanın mümkün olmadığı odada olduğunun, diğerleri ile birlikte can verdiğinin kanıtı, yanmayan tek eşyası olan terliklerinden anlaşılmıştır. Bedeni ise kül olmuştur.
Zelda’nın yukarıda yer verdiğim, tedavi için yattığı hastaneden yazdığı mektupta, kocasına “şarkın” diyerek vurgu yaptığı melodi ve sözleri bulamadım. Belki benim hatamdır, gerekli kaynağa ulaşamadım fakat. Ancak ben onun yerine Zelda’nın yayımlanan tek romanında, romanın ana kahramanına adını vermiş olduğu ve yazarının doğup büyüdüğü yer olan Alabama’ya atıfla, “Alabama Song”*** şarkısı ile devam etmek istiyorum biraz.
Şarkı aynı zamanda “Moon of Alabama”, “Moon over Alabama” ve “Whisky Bar” adları ile de anılıyor. Bertolt Brecht tarafından Almanca olarak yazılan şiir, İngilizceye Elisabeth Hauptmann tercümesi ile 1925’te kazandırılmış, Kurt Weill tarafından da 1927 yılında bestelenmiş, 1930’da kayda girilmiştir. Bir cabare-opera şarkısıdır. İlk olarak Viyanalı aktris ve dansçı Lotte Leyna tarafından seslendirilmiştir. Şarkının sonraki yıllarda cover’ı The Doors (1966) ve David Bowie (1980) tarafından yapılmış ve tekrar yorumlanmıştır. Jim Morrison melodiyi değiştirmiş sözlerinde yer alan “Show us the way to the next pretty boy” cümlesini, “to the next little girl” olarak kullanmış, “Show me the way to the next little dollar” tümcesini ise şiirden kaldırmış olsa da 1967’de şiiri orijinal cümleleri ile seslendirmiştir. Bowie ise Brecht hayranıdır. Şarkının şiirini Morrison versiyonu ile kullanmış olsa da, melodisini orijinal halinde bırakarak ilk olarak 1978’deki Dünya Turu’na dahil eder, 1980’de ise single olarak piyasaya sürer. Bowie şarkıyı 1990 ve 2002’deki turnelerine de dahil ederek seslendirir.
Ben bu yazıya başlarken, F. Scott Fitzgerald’a mümkün olduğu kadar az değinmek, aslında bana göre muhteşem olan Zelda’nın hikâyesine, kocasından ayrı bakmak istedim. Çünkü Zelda’nın her daim “ünlü yazarın eşi” olarak anılması, hele de bu kadar çok yönlü bir kişilikken… bilemiyorum, ağır geliyordu!
Bunu ne oranda becerebildiğim ise bayağı bir tartışılır. Çünkü bu yazı ile bir kez daha fark ettim ki, “hayatta bir kez olsun yolları kesişen iki nehri, artık önceki hallerine, hiç kesişmedikleri konuma döndürmek mümkün değil”di gerçekten. Anılar bu yüzden önemliydi ve korunmalıydı. Başka beden ve ruhlarda çoğaltılamaz oldukları gibi, geri alınamaz, silinemez, yok sayılamazlardı. Aksi taktirde her hikâye ve her yaşam anlatısı yarım kalır, anlamsızlaşırdı. Ki o zaman insan da yarım kalırdı. Teğet geçebileceğimizi sandığımızda ise, yanılgımız bizi daha derin bir yanılsama ile geri yansıtırdı. Ve evrende tesadüf yoktu. Her şey birbiri ile bağlantılı bir döngüden ibaretti.
Kesişen nehirleri hiç kesişmedikleri konuma döndürmek mümkün değildi belki fakat o nehirlerin iki ayrı kaynak ve sudan geldiğini, kaynaşmaya rağmen bireyselliklerini koruduklarını da unutmamak gerekirdi; Romanın Can Yayınlarından çıkan Türkçe çevirisi ikinci baskı gördü mü bilemiyorum ancak bendeki ilk baskısında, künyeden sonra yer alan yazar ve çevirmen kısa biyografi anlatımında çevirmeni Alev K. Bulut’un yanı sıra Zelda Sayre Fitzgerald’ın kısa biyografisi de yer bulmuştur, ancak; F. Scott Fitzgerald adı altında! Bunun elbette bir basım hatası olduğundan çok emin olmakla birlikte ‘gözden kaçmış’ önemli bir ayrıntı olduğunu da düşünüyorum naçizane. Öyle ki bu yazıyı yazmak istememin de itici sebeplerinin başında gelmektedir.
Aldous Huxley ve “Algı Kapıları, Cennet Cehennem” adlı kitabının giriş bölümünde William Blake’ten alıntı yaptığı gibi anlatacak olursam; “Eğer algı kapıları temizlenseydi her şey insana, olduğu gibi görünürdü: Sonsuz.” Zelda Fitzgerald’ın, ünlü yazar Scott Fitzgerald’ın eşi olmak dışında da çok yönlü ve kendine has, ondan bağımsız bir kişilik olduğuna öncelikle algımızda yer açmalıyız ki, bunu yayın anlayışımıza da yansıtabilelim. Aksi taktirde yayınevinin bize -en azından benim algıma- anlatmak istediği sadece “Ünlü yazarın eşinin de hasbelkader bir romanı var, onu yayımlıyorum” demekten ibaret olur! Ki bu başta Zelda’nın bağımsız kişiliğine, bireyselliğine, yazarlığına, öykücülüğüne, ressamlığına sonrasında hatta, kocası Fitzgerald’ın esinine, esin kaynağı olarak da bahsettiği eşine ve kaleme almış olduğu tüm romanlarına, en nihayetinde de –daha romantik bakalım dersek- aşklarına haksızlık olur kanaatindeyim. Oysa her okurun algı kapılarından ve kalıplarından temizlenmiş bir okuma yapmaya hakkı vardır ve umarım bu basit gibi görünen algı-baskı hatası düzeltilmiştir.
Scott Fitzgerald’ın hayatından bir Zelda geçmemiş olsaydı O, kararlı kişiliği ile yine ünlü bir romancı olacaktı muhakkak fakat kaleminden bu romanlar mı çıkacaktı, bilemeyiz! Tıpkı Zelda Sayre’ın hayatına F. Scott Fitzgerald değmemiş olsaydı, karşımıza ünlü bir dansçı, ressam hatta kim bilir öykü veya roman yazarı olarak çıkma olasılığı her zaman vardı belki de; fakat o Zelda, bu Zelda olmayacaktı…
Hayalleri belki ama en önemlisi gerçekliği kırılan, gölgede yaşatılıp, reelde kırmızı ile çizilmiş çemberinin dışına çıkmadığı sürece değerli, gerçekte ise yok sayılan bir kadının, Zelda’nın, tam da romanının ilk yayımlanma tarihi olan 7 Ekim’de yaşayan anısına yazmak istedim. Çünkü neydi? “Adını hatırlayan son kişi de öldüğünde, ölmüş olurdun ancak.” Daha önce değil! Bazı yazarlar, bazı roman ve öykü kahramanları bu anlamda pek çoğumuzdan daha şanslı! Elbette biz okurları da.
Zelda’yı tanımak isteyenlerin, sakladığı son vals için kitapçılarda kitabın bir kopyası ile başlayıp, yollarını bu özel kadınla kesiştireceklerinden eminim…
Kaynakça:
Fitzgerald, Zelda, Son Valsi Bana Sakla, Can Yayınları, 2016, Türkçeye çeviri: Alev K. Bulut
Huffingtonpost / Brainpickings /Art.com: The Art of Zelda Fitzgerald / Zelda Fitzgerald’s The Little Known Art (yazarın resim sanatı ile ilgili eserlerinin bilgi ve fotoğrafları için; AlefMioha: Zelda Fitzgerald’ın yazmış olduğu mektubun bölümleri için yararlanılmıştır.
*Francillion, Robert Edward, Zelda’s Fortune, 1874 (Kitabın basımı 1923’den önce gerçekleştiği için, yasa gereği internette serbest dolaşımı mevcuttur. Okunabilir.)
**Fitzgerald, Zelda, The Iceberg, 1918 (öykü The New Yorker web sayfasından okunabilir)
***Aynı zamanda, Gilles Leroy tarafından kaleme alınmış, Fransa’nın en önemli ödüllerinden birini kazanmış, Zelda ve Scott Fitzgerald için yazılmış, “Alabama Song” isimli bir kitap da vardır.
Wikipedia: Alabama Song
Kapak fotoğrafları:
1. Chrysanthemums, by Zelda Fitzgerald (en sevdiği resimlerinden biridir. Kasım ayının çiçeğidir ve hikâyesi de aslında çok güzeldir)
2. Zelda Fitzgerald, 1927, by Harrison Fisher, National Portrait Gallery, Smithsonian Institution