Bazı zamanlarda yaşadığım hayata uzaktan bakıyorum. Düzenimi, evimi, standartlarımı başka bir hayatla kıyaslıyorum. Bu sanki aynı zaman diliminde fakat başka coğrafyalarda yaşayan iki insanı aynı karede izliyormuş gibi hissettiriyor. Ben uyanıp kahvemi yapıyorken yanımdaki sahnede bir genç kız çoktan uyanmış ve yerleri siliyor. Ben üniversiteye giden yolda yürüyorsam yanımdaki sahnede başka bir genç kız kucağındaki bebeği sallıyor. Elime diplomamı aldığım vakit yanımdaki sahnede yaşayan o kız kocasını gömmüş, aynaları örttüğü siyah örtülere bakarak dört aylık yasının bilmem kaçıncı gününü tutuyor.
Jokha Alharthi, ilk romanı Dolunay Kadınları sayesinde 2019 Man Booker International Prize sahibi ilk Arap kadın olmuştu. Sevdiği adamın Londra’ya gidişinin ardından yollarını gözleyen bir kadının ailesi tarafından bir başka adamla evlendirilmesini, çok sonraları ise doğacak kızına Londra ismini vermesini anlatarak kendi dünyasına dahil eden Jokha Alharthi, Dolunay Kadınları’nda başka başka kadınların erkeklerle yaşamaya zorlandıkları evlilik ve gelecek kavramlarını yeniden ele alıyor, tabiri caizse eleştirilerini kurgunun acımasızlığıyla okuruna aktarıyor. “Bazı filozoflara göre Allahu teala bütün ruhları bir küre gibi yuvarlak yaratmıştır. Sonra onları bölüp her bir yarısını bir bedene vermiştir. Bir ruhun iki yarısını taşıyan bedenler birbiriyle karşılaşırsa aralarında o eski bağlantı tekrar canlanır ve aşk doğar. Bu bağın etkisi, insandan insana tabiatlarının inceliğine göre değişir.” cümleleriyle bir diğer yarısını sahilde beyaz elbisesiyle dolaşarak “dolunay kadını” olarak bilinen bu kadında bulduğunu sanan adamı anlatırken kitaba adını veren Dolunay Kadınları’nın da erkeğin kayıp ruh parçalarının gecenin karanlığında dahi denize yansıyan dolunay gibi parıl parıl, bir deniz kenarında dolaşarak kendisini aradığını sandıkları mesajını veriyor.
Jokha Alharthi’nin Timaş Yayınları nisan ayı seçkisinde yer alan ikinci romanı Turunç Ağacı, Süleyman Şahin çevirisi ile okurlarına kavuşmaya hazırlanıyor. Kitap Time ve New Yorker tarafından 2022 yılının En İyi Kitabı seçilmiş bile.
Londra’da karlı bir akşam büyükannesinin çirkin siyah tırnağını hatırlayan Zuhur, yıllarca şahit olduğu bu kötü görünümlü tırnağı sırlar, sorumluluklar ve kader anlarında sürekli hatırlıyor. Adeta başına nelerin geldiğini bilmediği hatta son zamanlarda yanında olmaktan kaçtığı büyükannesinin siyah tırnağını hayatta hoşlanmadığı şeyleri betimlerken kullanıyor. Jokha Alharthi’nin ilhamını Edinburgh’da geçen üniversite yıllarından aldığını düşündüğüm Zuhur’un Londra’da geçen öğrenciliği ve gözlemleri büyükannesinin geçmişi ve anılarıyla defalarca bölünür. Ablasının köylü ve fakir bir ailenin çocuğu olan eşinden hoşlanmadığını her sohbete meze yapan arkadaşı Sürur’un “Bir çiftçi… Anne babası okuma yazma bilmeyen cahil insanlar…” cümlesinden sonra Zuhur’un “Büyükannem bir çiftçi olmak için her şeyini verirdi.” cevabı bütün hikâyenin başlangıcı olur.
“Tek başıma koşuyordum. Hayır, benim düşüm değil, bir çocukluk günahına dair mekân çağrışımıydı bu. Büyükannem orada yoktu. Düşlerimden nereye kaybolmuştu? Niçin artık bana kollarını açmıyor, yüzünün kırışıklıkları bana gülümsemiyor, göğsünden misk kokuları gelmiyordu? Kim bilir, belki düşlerimden kısa bir süreliğine gitmişti. Evinden şalvarsız çıkıp yiten komşumuz bunak Şeyha’yı geri getirmek için. Veya küçük kardeşim Süfyan’ı koltuk altlarından tutup hoplatmak için. O esnada söylediği tekerleme hâlâ aklımda.” (sayfa 26)
Turunç Ağacı’nın anlatıcısı Zuhur, üç kardeşin ortancası. Ablasının adı Sümeyye, erkek kardeşinin ise Süfyan. Babaları Mansur, Selman ile Süreyya’nın aşklarından doğan ikinci evlat. Süreyya henüz dokuz yaşındayken evlendirilen ve yirmi yaşına gelene kadar iki kocasını da toprağa koyan, erken büyüyen çocuklardan. Süreyya’nın sabahları sokakta bebekleriyle oynayıp, toprakta koştururken akşamları üstünü değiştirip evinin kadını olmasının zorluğunu okuduğumda bu sahnenin yanında bir başka dokuz yaşındaki kızın gece ailesinin masal okumasıyla mışıl mışıl uyuduğunu da düşündüm. Süreyya üçüncü kocasından yana şanslı olur ve Selman ile karşılaşır. “Selman onu gördüğünde bakışlarına vurulmuştu. Her şeyi bilen ama hiçbir şeyi dert etmeyen bir bakıştı bu. Aynı anda hem kayıtsız hem de ilgili görünebilen, başkasına ihtiyaç duymayan, zarif bir izlenim bırakan, oyuncak bebekleri elinden alınmış, anne olmuş, çocuğunu toprağa vermiş bir kız çocuğunun bakışı.” Bunca zaman çocuğu dahi yaşamayan Süreyya, Selman ile evlendikten sonra hamile kalır ve küçük güzel kız anlamına gelen Huseyne adlı kızını doğurur. Büyük bir mutlulukla büyüttükleri Huseyne’nin ardından yıllar geçer ve Süreyya kırk yaşına vardığı vakit Selman ile hacca gitme planları yaparken hamile olduğunu öğrenir. Hali hazırda bir çocuğu varken hatta torun sahibi olacak yaşa gelmişken hamile olmak Süreyya’yı utandırır ve doğan çocuğunun yüzüne dahi bakmaz. Çocuğu Selman’ın evinde kalan kuzeni Amir’in kızı sahiplenir. Ömrü boyunca evlenmemiş, çocuğu olmamış bu kadının göğüslerinden gelen süt takdir-i ilahi kabul edilir ve kadın “akrebi bile boğan sütü” ile bu çocuğu emzirerek oğlu gibi büyütür. Oğlanın adı Mansur olur, Amir’in kızı ise tek annesi.
Amir’in kızının ise hikâyesi bambaşkadır. Ağabeyi ile çocuk yaşta evden kaçarlar. Kaderlerine yazılan bu evde büyümek ikisi için de oldukça zordur fakat çocuk yaşta kapının ardında yaşayacakları hayat hakkında hiçbir fikre sahip olmayan iki çocuk yaşam savaşı vermeye başlar. Ağabeyi para kazanmak için ağır işlere gider. Sonunda ise kalbi dayanmaz ve ölür. Henüz genç yaşta anne, babasını ve evini terk eden, ağabeyini ise kaybeden Amir’in kızı kömür taşıyarak kendi yağında kavrulmak zorunda kalır. Bir gün kendisiyle evlenmek istediğini söyleyen bir adamı babasının geri çevirdiğini öğrendiğinde bu hayatı yalnız başına yaşamasının siyah tırnağı gibi bir kader olduğuna kendini inandırır. Evlenip doğurduğu çocuğa bakma hayalleri kurma hakkı olan bu kadının kaderinde yalnız kalmamak için kuzeninin ısrarıyla evlerine taşınıp, kuzeninin çocuğuna manevi annelik yapmak vardır. Üstelik çocukken yanlış tedavi sonucu kaybettiği gözünü iyileştirme fırsatı varken “Tek gözünün kendisine ömür boyu yeteceğini” söyleyerek asla aynı yurdun insanı olmadığını hissettiği devlet anlayışının karşısında tek gözüyle yaşamak zorundadır.
“Bana beklemekten haber ver. Bu değişmeyen, isteyip de korktuğum kaderin kendisi. Burada işte, sırtımda taşıyorum. Nereye gitsem benimle. Onu her şeye karşı sözle örtüyorum.” (sayfa 99)
Turunç Ağacı, adını büyükannenin torunlarını büyütürken gölgesinde dinlendiği turunç ağaçlarından alıyor. “Küçük de olsa kendine ait bir arazisi olsun, içinde üç beş hurma ağacıyla limon, papaya, muz ve turunç ağaçları bulunsun isterdi.” cümlesinde anlatıldığı gibi bir hayatı yalnızca arzu etmekle yetinen Amir’in kızı bahçesindeki bir turunç ağacının gölgesine razı oldu. Öldükten sonra da geride kalanlar o turunç ağacının kurumasına engel olamadı.
Zuhur, büyükannesinin hayatına geri dönüş yaparken kendi hayatındaki değişiklikleri anlatmaktan çekinmiyor. O sırada Sürur’un ablası Kühul ile bir partide tanışmasının ardından onun İmran ile ilişkisine üçüncü bir köşe olduğunu da çok sonradan fark ediyor. Kühul bir köşe, geçici evlilik yaptığı ve ailesine kabul ettiremeyeceğini düşündüğü kocası İmran ikinci köşe, bu ilişkinin hem destekleyicisi hem de İmran’ın ilgisinin hayranı olup istemsizce onunla hayaller kuran Zuhur üçüncü köşe. Bu aşk üçgeninde Zuhur en zararsız yılan olarak sürünmenin kaderlerine yazılı olduğunu da anlatmak istiyor gibi adeta.
Turunç Ağacı, okurken Olga Tokarzcuk’un doğa betimlemelerinde yaşadığım gerçek ve hayal ürünü arasındaki dalgalanmanın benzerini yaşattı. Dönemin ağırlığını kadınların sırtında taşıdığı, geri kalmış bir bölgenin insanının özgürlüğün karşısında açığa çıkan gözlemlerinin de bulunduğu bu kitap zamansal sınırların varlığını ortadan kaldırıyor. İtiraf ediyorum, böyle kurgular kaleme almak Jokha Alharthi’ye çok yakışıyor. Onun kaleminden başka bir kalemin böylesi zorlu hayatları bu kadar akıcı ve bir o kadar da delici bir şekilde anlatabileceğine olan inancım sıfırın altında. Coğrafyanın kader ve keder arasında sallanıp durduğu Turunç Ağacı’nı yazan Jokha Alharthi, insanın kaderini kendisinin yazabileceğini ve kederini başka duygular ile karıştırarak “Aşkın çıplaklığında acıları kuşandık. Ağzımızı bal için açtık ama zehir aktı. Sevgiliye tutunduk, elbisesi yırtıldı. Fakat onun çıplaklığı bizimkini örtemedi. Zararı bize dokundu. Sevgili, parmaklarımızın çözüldüğünü anladı.” nasıl da çekilebilir kılacağını gösteriyor. “Âh! Bu çığlık bizi sağır etseydi! Bu koşu ne kadar yordu bizi.”
- Jokha Alharthi – Turunç Ağacı
- Timaş Yayınları – Roman
- Çeviri: Süleyman Şahin
- 176 sayfa