Ece Erdoğuş Levi, yeni kitabı Dünya İçin Bir Şans‘ta, 12 yaşındaki meraklı Can’ın hikâyelerini kaleme alıyor. hep kitap etiketiyle yayımlanan Dünya İçin Bir Şans‘ı Ece Erdoğuş Levi ile konuştuk.
Keyifli okumalar dileğiyle.
Can tuhaf soruların peşinde gibi görünüyor ancak hepimizin aklından geçen –en azından bir zamanlar- düşünceleri takip ediyor. Babası gibi yetişkinler de bunun saçmalığına ikna etmeye çalışıyor onu. Çocukken bizi biz yapan bu merak, sorgulamalar ve masum bakış açısı zamanla yok oluyor mu dersiniz? Neden koruyamıyoruz o çocuk yanımızı?
Can’ın merakı etrafında gördüğü her şeyi anlamlandırmaya, tanımaya yönelik. Aslında onun bu soruları sormasının altında zaman zaman eleştiri duygusu da var, çok bilinçli olmasa da. Çünkü bazı soruların cevapları o kadar saçma geliyor ki ona yahut tatmin etmiyor ki sorular bir eleştiriye dönüşüyor. Dediğiniz gibi herkes, her çocuk geçiyor bu merak aşamasından. Fakat deneyim arttıkça soru sormak yerine, bildiklerimiz üzerinden değerlendirmeye başlıyoruz. Bir çocuk gibi tarafsız olmak imkânsız o saatten sonra. Bir de günlük sıkıntılarla, koşuşturmacalarla çevreleniyor insan. Pek karamsar bir bakış olacak ama zaman zaman hayat adeta bir kakofoniye dönüşüyor. Böyle bir kalabalığın, gürültünün içinde başını dışarıya uzatıp “sade” düşünmek çok zor sanki. Çocuklar bunu kalplerinin temizliğiyle, saflıklarıyla, bütün bu karmaşayla henüz tanışmadıklarından başarabiliyorlar. Bu yüzden bir çocuğun merakı, öze engelsiz temas etmesiyle bize hayata dair çok şey anlatıyor.
Can’ın bildiğimiz, dayatılan “erkek çocuk” figüründen farklı olması annesinin desteğini almasını sağlasa da beklendiği üzere, babasının karşı çıkmasına neden oluyor. Anne hep destekleyici, babaysa hep mücadele verilen, çocuğun kendini kanıtlama ancak yine kendini hayal kırıklığı görmesine neden olan bir konumda. Annelerin, çocuklarına inancının tam olduğundan da bahsediyorsunuz. Fakat annenin desteği, babanın da desteklemese de en azından sessiz kalmasını sağlıyor. Özellikle kendi toplumumuzda pek çok örneği var bunun. Haliyle metinlere de yansıyor. Bunun nedeni nedir sizce? Bu toplumsal roller değişemez, dönüşemez midir?
Toplumsal roller elbette değişebilir. Ama çok çok uzun bir süreç bu, her birimiz ailemizden bize aktarılan bir mirasla büyüyoruz, bir model görüyoruz orada. Ama en önemlisi sonrası yani o modele kendi ailemizde ya karşı duruyoruz ya da sürdürmeyi seçiyoruz. Can bence babasından çok farklı bir baba olacak büyüyünce. Dediğiniz gibi benim seçtiğim anne baba rollerinin çok örneği var. Böyle olmalarının sebebi çok genel bir bakışla, çocuğun her türlü bakımından doğduğu andan itibaren annenin sorumlu görülmesi. Tabii bunu genelleme yaparak söylüyorum. Mesela çok az baba çocuğunun bez değişimiyle anne kadar ilgili ya da “Bugün yeterince yemek yedi mi?”kaygılarıyla, sorularıyla vs. Bunlar çok basit görünen şeyler ama çok önemli bence. Çünkü süreç böyle başlıyor, yakınlık, güven duyguları daha baştan bu tip rutinlerle oluşuyor. Çocuk gelişimiyle ilgili bir kitapta okumuştum, diyordu ki anne bebeğini emzirirken onu baba tutsun. Böylece çocuk güven, korunma, beslenme duygusunu sadece anneden değil babadan da alır… Bu müthiş bir şey bence. Böylece sadece çocuk tarafından da değil, her şey karşılıklı olarak gelişiyor. Babalar Türk toplumunda genelde ailenin ekonomik geçiminden mesul ve otorite, denge gibi unsurlar olarak görüyorlar kendilerini, bu da mesafe demek elbette.
Dünya İçin Bir Şans / Ece Erdoğuş Levi / Resimleyen: Gökçe İrten / hep kitap
Can, annesine yazdığı bir mektupta “kendi kalbimden uzaklaşmam imkânsız olduğu için” diyor. Bunu daha soyut haliyle ele alırsak, çocukluğun kalbe daha yakın, duygularla ve hayal gücüyle iç içeliğine kadar anlamlandırabiliriz. Sonrasında, yetişkinlikte özellikle, kalbimizden neden uzaklaşıyoruz? Can’ın hep karşı çıktığı “mantık(sızlık)” neden bu kadar yer ediyor içimizde? Ya da hep kaybedecek miyiz kalbimizle yakınlığımızı, aklımız hep doğruyu mu söyler?
Bazen kalbimiz bazen aklımız doğruyu söyler… Ki bu doğrular da durmadan değişir. Burada Can merak edip de cevabından tatmin olamadıklarını ve onu üzen şeyleri kalbinde taşıyor yani onun meselesi haline geliyor. Kendi kalbinden uzaklaşması mümkün değil çünkü henüz kendi kendini kandırmayı öğrenmemiş, zaten gönlü de buna razı olmaz. Oysa biz yetişkinler dünyasında kalbimizi incitecek hemen hemen her şeyin yükünden böyle kurtuluyoruz. Bir tür korumaya almak kendini. Seni üzeceğini bildiğin durumlara yanaşmamak, uzak durmak ya da halının altına süpürmek. Hayat devam etmek zorunda çünkü. Adına duyarsızlık diyebileceğimiz zırhlar geliştiriyoruz.
Dünyadan daha güzel, daha umutlu bir gezegen arayışı var kitabınızda. Dünyamızdan umudu kesmeli miyiz sizce, artık kurtarılamaz bir noktada mıyız, ne dersiniz?
Can bu yolculuğa ütopik bir dünya arayışıyla çıkıyor yani dünyadaki tüm olumsuzlukları, kötülükleri sildiğimizde varılacak bir yer, bunların olmadığı yeni bir gezegen. Ama daha beteriyle karşılaşıyor ve bu durum karşısında Dünya için hâlâ bir şans var diye düşünüyor. Bu şans ancak çocuklarla mümkün bence. Aslında çocuklar dünya için bir şans. Bir yerde dönüşecek bence bugünkü olumsuzluklar ama umarım Yalnızlar gezegenindeki gibi çok daha kötü deneyimlerden sonra olmaz.
Yetişkin dünyasıyla çocuk dünyası arasındaki büyük uçurum en çok Can’ın hikâye kahramanlarıyla babasının gerçek kahramanlar ayrımında belli oluyor. Sizin çocukluk kahramanınızla yetişkin zamanlarınızın kahramanları kimlerdir? Bu ayrımı hissediyor musunuz siz de?
Çocukluk dünyamda böyle bir kahraman yoktu. Düşünüyorum ve bulamıyorum, bugünden bakınca olmasını isterdim diyorum. Bunu o günlerin duygusu için de söylüyorum. Çünkü böyle bir yokluk şimdi bana hüzünlü bir duygu veriyor. Yetişkinlik çağımın kahramanlarıysa yazarlar… Okumayı sevdiğim tüm yazarlar, onların kahramanları, kitaplarındaki yaşamlar duygu dünyamın kahramanları…
Can’ın sevdiği kitaplardan biri Küçük Prens. Kitabın kurgusu da onu andırıyor. Can da farklı diyarları, gezegenleri geziyor; dağla, bulutla…konuşuyor. Dünyanın, dünyaların gerçekleriyle de yüzleşiyor bu esnada. Öğrendikleriyle hüzne ve mutsuzluğa yani bir nevi yetişkinlerin dünyasına gitgide yaklaşıyor. Bu iki dünyayı birbiriyle karşılaştırdığımızda, hepimizin özlem duyduğu da düşünülürse çocukluk hep kazanan, geri dönülmek istenen bir evren. Nedir çocukluğumuzdan vazgeçemeyişimizin nedeni? Yetişkinlerin dünyası hep karanlık, umutsuz ve tercih edilmeyen bir yer midir; aksi mümkün değil midir?
Çocukluk dünyası bizi biz yapan bir mekân aslında… Bunun psikolojik bir açıklaması da var, birçok kişi rüyasında kendini çocukluk evinde görür mesela, çocukluk odasında, semtinde… Oysa o mekân üstüne kaç ev değişmiştir. Bunun sebebi kişinin kendi varlığını ilk kez fark ettiği, ilk kez oyun oynadığı, etrafı tanımaya başladığı, mutlu olduğu, kendini güvende ve huzurlu hissettiği yer olması… Aslında mekân aracılığıyla o duyguya dönmek istiyor insan, oradaki sıcaklığı, saflığı, mutluluğu, hatta kaygısızlığı arıyor. Çocukluk dünyası da böyle bence, dönüş isteği bundan… Öte yandan kötü geçirilen çocukluklar için tam tersi de mümkün, çocukluk günlerini, o günlerdeki psikolojisini hatırlamak istemeyebilir insan yani yetişkinlik çağını tercih edebilir.
Metinlerinizde çocuklar için değer ve kazanımları da görmek mümkün. Yalnızca bir çocuk hikâyesi anlatmak için yazmadığınız anlaşılıyor. Kurguyu oluştururken, hikâyenizi yaratırken neleri gözettiniz bu anlamda? Ders çıkarma ya da öğüt verme amacı güden noktalar da var ancak bildiğimiz anlamda, didaktik söylemler değil bunlar ve metnin odak noktasını da oluşturmuyor. Çocuk kitaplarında bu değerlere yer vermenin doğru yolu sizce nasıldır?
Böyle yorumladığınız için mutlu oldum çünkü didaktik olmak çok sevimsiz bir şey bence, ayrıca bunun yararlı olabileceğini de sanmıyorum. Bu bir çocuk hikâyesi ve elbette bir mesajı olmalı, en azından çocuğun üzerinde düşünebileceği birtakım sorular bırakmalı aklında. Ama bunu hikâyenin arasına sıkıştırmak, şimdi de mesaj verme zamanı şeklinde yapmak yerine sadece ve sadece hikâyemi anlatmayı seçtim. Hikâyemi ne kadar iyi anlatabilirsem -vermek istediğim mesajlar da- okuyanda o kadar iz bırakacaktı. Çocuklar her tür samimiyetsizliği hemen fark eder. Bence amaç mesaj vermek değil, mesajı olan bir hikâyeyi iyi anlatmak olmalı.
Can, gezegeni yaktığını düşündüğü adamla karşılaşmasında ondan kurtulmak için onunla dövüşüyor, kendince cezalandırıyor ve sonrasında onu karanlık boşluğa atıyor. Çocuk kitaplarında bu gibi durumlarda genellikle daha masumane, adaletli bir yol tercih edilse de siz farklı bir yol seçiyorsunuz. Ancak bunun yanlış anlaşılma olasılığı da var; şiddeti meşrulaştırdığınız gibi bir düşünceyle eleştirilebilirsiniz. Bunu yapmanızın sebebi neydi, neden dünya üzerinde, suçlunun tercih ettiğinin aksi yönde, ona benzemeden, adaleti sağlamak yerine zarar veren birine fiziksel olarak zarar vererek yapmak istediniz?
Can içine düştüğü durum karşısında hissettiği çaresizlikle bunu yapıyor, kendine göre bir adalet de kuruyor aslında. Bir gezegende yaşayan herkesin, her şeyin yok olmasına sebep olmuş bir kişiyi o da uzay boşluğuna atıyor, o da kayboluyor yani oradan gitmek zorunda kalan diğer insanların akıbetine uğruyor bir anlamda. Bu çok keskin bir çizgi ama Can fiziksel olarak zarar verme duygusuyla değil de gördükleri karşısında sessiz kalamayıp, öylece çekip gitmeyi içine sindiremeyeceği için böyle bir çözüm buluyor.
Başka çocuk kitabı/kitapları yazmayı düşünüyor musunuz? Ne gibi fikirler, çalışmalar var zihninizde şu anda, öğrenmek isteriz.
Yeni çocuk kitapları yazmayı çok istiyorum. Bu yüzden çocuk kitapları dünyasına dalabildiğim kadar dalıyorum. Müthiş zevkli ve sanatsal bir dünya. Bu büyüyü bir kere yaşayınca zaten insan vazgeçemez gibi geliyor. Yazar olarak bu konuda çok iştahlı ve hevesliyim. Başka çocuk romanları ve daha küçük yaş gruplarına hitap eden resimli çocuk kitapları yazmayı planlıyorum.
Son olarak hem okurlarınız hem de Ne Okuyorum? takipçileri için sizden kitap tavsiyesi alabilir miyiz?
Kızıma hemen hemen her gün okuduğum, Hep Kitap’tan çıkan Axel Schaffler’in Tavşan Can’la Fare Su dizisi…