Küçükken tuttuğum bir günlüğü hâlâ saklıyorum. Yıllar geçtikçe zamanın bende yarattığı değişikliği çıplak gözle bana gösterebilen en iyi anlatıcı o çünkü. Kitabı okumayı bitirdikten sonra oturduğum yerde yapışıp kaldığım, ellerimi kucağımda birleştirip de afalladığım o anda günlüğümdeki en basit cümleyi hatırlıyorum: “Aşk kalbin doğurduğu bir şey midir?” Üzerinden kaç yıl geçti ben cevabını bulabilmiş değilim. Kitaptan sonra artık cümlenin kendisinden de emin olmadığımı söyleyebilirim: Aşk gerçekten iyi bir duygunun çocuğu olarak anılacak kadar iyi midir?
Norveçli yazar Tore Renberg’in Damla Güler Eren çevirmenliğinde dilimize çevrilen ilk kitabı Ingeborg’un Tollak’ı Timaş Yayınları tarafından yayımlandı. İsmi itibariyle oldukça kafa karıştırıcı olduğunu itiraf etmem lazım. Bakıldığı anda içinde karşılaşacağımız kalın duvarları asla göstermiyor. Fakat benim sayemde artık biliyorsunuz. Oldukça kalın duvarlar var ve inanır mısınız bu duvarları yaratan Tollak’ın aşkı. Kitaptan sonra kendime soruyu değiştirip yeniden sorduğumu söylemiştim. Cevabı bende değil Birhan Keskin’de buldum: “Bu aşk bende bir imkânsızlık tasarımı gibi kaldı, kaldıramam.”
Ingeborg’un Tollak’ı adlı kitabın anlatıcısı olan Tollak, bulundukları kasabada oldukça sevilen genç kadın Ingeborg’un çok sevgili aşığı, sevgilisi, kocası. Oldukça aksi bir adam Tollak; iletişimden hoşlanmaz, yüzünün güldüğü görülmez. Fakat Ingeborg ile evlendikten sonra öğrenir yıllardır yaşadığı kasabada insanlar adını. Bu sebeple o yalnızca Tollak değil, Ingeborg’un Tollak’ıdır. Aşkı kalp mi doğurur bilmiyorum ama Tollak’ı aşk var etmiştir, orası kesin. Tollak, Ingeborg’u ilk gördüğü anı, tüm terslemelerine rağmen kendisine gülerek cevap verdiği halini, o günden bir hafta sonra aldığı ilk öpücüğü, evliliklerini, kendisine benzeyen kızı Hillevi ve karısına benzeyen oğlu Jan Vidar’ı anlatarak tanıtır varlığını. Kendisini anlatmaya geçtiğinde hiç böylesine sevecen değildir. “Kafamı kaldırıp suratımı inceledim, yaşlı yüzümü, gözümün çevresindeki kırışıklıkları, kalın üst dudağımı, sert sakallarımı, kendime bakmayı hiçbir zaman sevmedim.”
Ingeborg adeta Tollak’ın tamamlayıcısıdır, akıl hocası gibi devamlı doğru olanı fısıldayan o sestir, aşk iki kişiden bir tam olmak değil de iki yarımın bir tam olması ise Tollak’ın bozuk ve biçimsiz köşelerine yakışmayan güzellikte bir yarımdır. Tollak bunu biliyor gibi Ingeborg’un sonsuz kaynaklarının en büyük hayranı, kullanıcısı ve bütün güzelliklerini dengeleyecek ölçüde düşmanıdır. Tollak, kitabın içerisinde bir yerlerde erken yatmaya alışık olan kendisinin aksine geç yatan eşinin gecenin bir yarısı pencerede kendisini gösteren ay ışığının önünde çırılçıplak durduğu o anı anlatır. Uyku mahmuru bir halde yataktan kalkıp karısı Ingeborg’un vücut hatlarını göz gezdirir gibi bir hızla tanımlar. O an görmediği yerlerinin ne kadar güzel olduğunu eklemeyi unutmaz. Onun en küçük hareketinin bile kendisinde tahmin edilemez şiddette arzular uyandırdığını söyler. Sonsuz kaynaklarının en büyük hayranı ve kullanıcısıdır. Fakat o cümlelerinden sonra şöyle tanımlar Ingeborg ile arasındaki aşkı: “Bu akşam net bir şekilde görebiliyorum. Ben ondan yemiştim, o benden içmişti.” Sonsuz kaynaklarının dengeleyecek ölçüde düşmanıdır.
Tollak’ın Hillevi ve Jan Vidar dışında bir çocuğu daha vardır. Bu çocuk; kasabanın içine kapanık, Otto ismini Oddo olarak telaffuz eden, sessiz çocuğudur. Tollak onu kasabadaki birkaç gencin etrafında daire oluşturarak kendisine zorbalık yaptığını gördüğü andan sonra Ingeborg’a giderek bu çocuğu himayeleri altına alma teklifinde bulunur. Fakat Oddo, kolay bir çocuk değildir. Nitekim, ona hazırladıkları çocuk odasında kalmayı reddeder Oddo ve elinden hiç düşürmediği ağı ile birlikte ahırda kalmaya başlar. Tollak’ın da evden biraz daha uzakta bulunan, babasının yapmış olduğu hızarhanede odunlarla birlikte çocuklarına harcadığı vakitten daha çok vakit geçirmiş olduğunu gördükten sonra Oddo’yu çok da garipsemedim. Oddo hayatlarına böyle dahil olmuş ve Tollak’ın en berbat sırlarını dahi taşıyabilecek güçte olduğunu kanıtlayacak kadar olayına şahit olmuştur. Belki de bu sırrı besleyen o bağın bir ucu da kendisine bağlanmıştır.
Tore Renberg’in cümlelerine baktığımda uzun cümlelerden çok derin anlamlara önem verdiğini düşündüm. Belki de geçmiş işlerinde görselliğe dökülebilen senaryolar yazmış olmasının bir etkisi vardır çünkü yazdığı her cümlenin sahnesini zihnimde kolaylıkla kurabiliyordum. Mesela bir yerde erkek kardeşi ile arasındaki anlaşmazlığı ve onu sekiz yıl boyunca bir daha görmeyeceği olayı anlatırken Ingeborg’un kurduğu cümleye bağlanır sonu. O sahneyi şöyle hayal ettiğimi hatırlıyorum. Giriş kapısının sağında kalan bir mutfakları var, yuvarlak da bir masaları. Tollak sandalyelerden birini çevirerek oturmuş, tezgâhta kalan son işleri yapan Ingeborg’u izliyor ve kimseye yapmadığı o şeyi yaparak derdini anlatıyor. Ingeborg kocasına sırtını dönmüş bir şekilde işini yaparken cümlelerinden hareketle sona yaklaştığını hissetmiş gibi ona dönüyor yüzünü. Tezgâha yaslanıyor. O vurucu cümleyi kocasının gözlerine bakarak söylüyor: “Senin kanın kokuşmuş Tollak.” Tollak kafasını sallıyor olabilir farkında olmadan. Çünkü kitapta karısına hak verdiğini itiraf ediyor.
Bir diğer derin cümlesinde aklımda görsel bir an yaşamanın ötesinde derinliğine daldım. Tollak’ın okudukça tanışacağınız bir öfkesi var. Yumruklarını sıktığı her anı dürüstçe paylaşıyor. Bu sıktığı yumruğu indirdiği insanlar da oluyor. Bunlardan birisi Ingeborg. Deli gibi sevdiği kadını döven erkeklere alışkın bünyelerimiz ne yazık ki fakat hala onlardan aşkla bahsedeni görmemiştim. Benim için ilki Tollak oldu. Karısını dövdüğünü kasabalı öğreniyor elbette, küçücük bir yer neticede ve sebebini soruyorlar kendisine. Tollak şöyle cevap veriyor, yüreğimde yankılanıyor hâlâ bu cümle: “Sevdiğimi dövmedim, söylediği şeyi dövdüm.”
Ingeborg’un Tollak’ı yalnızca bir aşkı değil, aşkın döndükçe çarptığı, yıktığı, yaktığı, gömdüğü o şeyleri de konu alıyor. Bunların arasında kalan çocuklar büyüyor, büyüdükçe dertleri de büyüyor. Birisi başkentte çalışmaya gidiyor, birisi ailesini kurup başka bir yerde yaşama kararı alıyor. Tollak’a sorsalar iki çocuğu için de canını verir belki, dolu dolu “seviyorum!” diyebilir ama Tore Renberg bundan fazlasına ihtiyaç duyduğunu gösteriyor sevginin. Ingeborg için yazdığı cümleleri her okuduğumda canlı kalan her yerimde hissettiğim titremenin aşk olduğunu düşünmem de tamamen Tore Renberg’in oyunu. Aşkın bunlardan oluşmadığını, gömülü olduğu o karanlık tarafın kullanılmamış bir ev kadar tozlu, kirli ve hastalık dolu olduğunu da gösteriyor. Bu kitaba başladığımda bir şarkı çalmaya başlamıştı. Bitirene kadar da sürekli o çaldı. Şarkıyı dinlediğimde muazzam bir aşk şarkısı olduğunu sanmıştım fakat Ingeborg’u tanıdıkça bunu Tollak’a yazdığını hayal ederek dinlediğimi kitabı bitirdiğimde fark ettim. Nasıl tamamlarım böylesine kalbimin derisini soyup deli gibi yanan bir sobanın üstünde kurutmuş gibi hissettiren bir kitabın yazısını diyordum. Sanırım Ingeborg’un başından beri kulağıma fısıldadığını hissettiğim gibi bitmeli, şarkıda söylediği gibi: “Çocukluğundan beri asla böylesine çılgın olacağını hayal etmemiştin. Şarkısını söylediğin, verdiğin, düşündüğün her şey özgürdü. Burada şurada ya da orada düşündüğün her şey… Kalbin donmuş, toza bulanmış, korkmuş, soğuk ve hiç de özgür değil. Bütün düşünceler arasından senin düşündüklerine onlar sahipler fakat senin için bu bir süre önceydi.”

- Tore Renberg – Ingeborg’un Tollak’ı
- Timaş Yayınları – Dünya Edebiyatı / Roman
- Çeviri: Damla Güler Eren
- 208 sayfa