“İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar.” diyordu Yahya Kemal. Hayal ederiz, düşünürüz, kendimize yeni bir dünya kurmanın peşine düşeriz… Hiç şüphesiz aklın sınırlarını aşma, içinde bulunulan dünyanın hudutlarından çıkarak farklı âlemler tasavvur etme gayreti de bu düşünme sürecinin getirilerinden biri olmuştur.
Bunun sonucunda Batı’da Platon’un Devlet’iyle başlayan ve günümüze kadar uzanan zengin bir edebî tür haline gelmiştir: Ütopya
Edebiyatımızda, Servet-i Fünûncuların Yeni Zelanda hayalleri, Ahmet Haşim’in “O Belde”si, Refik Halit’in “Hülya Bu Ya” hikâyesi gibi bazı örnekler ütopyaya yakın bir duruşla karşımıza çıkarken ideal ülke tasavvurları, İkinci Meşrutiyet’ten sonra ideolojik bir hüviyete bürünür. Ziya Gökalp, Halide Edip gibi isimler bu dönemde “Turancılık” anlayışı ile eserler kaleme alırlar. Fakat edebiyatımızda ciddi manada bu türe öncülük eden kişi hiç şüphesiz Peyami Safa’dır.
Öyle bir başkarakter vardır ki Samim adında, en ufak hareketten ve hatta hareketsizlikten çıkardığı manalar hayranlık duygusunu ilerleyen sayfalarda korkuya bırakır zihninizde.
Bir bakıma Peyami Safa’nın sözcülüğünü üstlenen Samim, eğitimden sağlık alanına kadar birçok meseleyi Simeranya’da sistemleştirmiştir. Peyami Safa, var olan kurumları eleştirmekle kalmamış, Simeranya’da hepsini bir çözüme kavuşturmuştur.
Orada eğitim tüm diğer şeylerden daha üstündür. Eğitimin günlük hayatta işe yaradığı sürece fayda sağladığını anlatmıştır. Simeranya’da ekonomi de düzenlidir. Gelir dağılımı halledilmiştir. İşsizlik yoktur. İnsanlar şeffaftır burada, olduğu gibidir. Sahteliklere yer yoktur. Yazar, romanında materyalist karakterlere yer verse de, Simeranya’da materyalizme yer yoktur. İnsanı bir makine gibi gören Materyalist felsefeye karşılık manevi değerleri ve mukaddesatları savunan o etkileyici pasaja kulak verelim:
“Ey bahtsız!
Tarihinin hiç bir devrinde kendine bu kadar yabancı, bu kadar hayran ve düşman olmadın. Laboratuvarında aradığın, incelediğin, oyduğun, dibine indiğin, sırrını deştiğin her şey arasında yalnız ruhun yok. Onu beyin hücrelerinin bir üfürüğü sanmakla başlayan müthiş gafletin, otuz yıl içinde gördüğün iki muazzam dünya harbinin kan ve göz yaşı çağlayanlarında en büyük dersi arayan gözlerine bir körlük perdesi indirdi. Bırak şu maddeyi, boğ şu ölçü dehanı, doy şu fizik ve matematik tecessüsüne, kov şu kemiyet fikrini, dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu, bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör, kendi içinde gör Allah’ını. Kendine dön, kendine bak, kendine gel. Aptalca bir konfor aşkından doğduğu halde her biri daha korkunç bir dünya harbi hazırlayan teknik mucizelerinin yanında, senin iç zıtlıklarını elemeye yarayacak ve seni kendi kendinle boğuşmaktan kurtaracak ruh mucizelerini ara. İnan mânevilere ve mukaddeslere, inan! Onlar hakkında bu kadar küçükçe düşünmekten utan! Her sezilen derinliğin ifşa ettiklerini düşünmekten bile seni alıkoyan tabiatçı metodlarını fırlat ve bitlenmiş elbiseler gibi at. Orta Çağ papazında haklı olarak ayıpladığın dar kafalılığın anlayış sınırlarını daha fazla darlaştıran beş duyu idrakinin kapalı dünyası içinde kalma:
Arşı geç, ferşi atla, sidreyi aş.
Gör ne var mâverada ibrethiz.”
Okudukça insanı kendine çeken “Acaba gidebileceğimiz bir yer mi?” diye düşündüren bu dünya, edebiyatımızdaki önemli “Ütopik eser” boşluğunu bir nebze de olsa kapatıyor fikrimce.
Velhasıl Simeranya güzel bir memleket. Muhayyilenizde gidip görmek pek tabii mümkün. Adres belli: Peyami Safa. Yalnızız!
- Yalnızız – Peyami Safa
- Ötüken Neşriyat – Roman
- 416 sayfa