Yarının hiçlik olması tehdidiyle mutlu olamam ve olmayacağım. Derin bir hakaret bu… Bu yüzden, beni acı çekmem ve yok olmam için, fikrimi sormadan ve küstahça var eden bu doğayı; su götürmez davacı, savcı ve davalı rolümle, kendimle birlikte mahküm ediyorum… Doğayı yok edemediğim için de, sadece kendimi yok ediyorum, hiçbir suçlunun bulunmadığı bir tiranlığa katlanmaktan bezmiş olarak…
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski – Ecinniler
Sanatçıların yaratma süreci birçok ıstırapla doludur. Bu ıstırap, sanatçıyı kolaylıkla deliliğin hatta intiharın eşiğine getirebilecek kadar güçlüdür. Sanatçı, bu ıstırapları ruhunun derinliklerinde hisseder ve çektiği ıstırap onun asıl benliğini yaratır. Bu benliği yaratma sürecinde birçok yazar kendini toplumdan soyutlar. Bu toplumdan soyutlanmalarında şüphesiz “kendi benliklerinden yoksun oldukları hissine kapılmaları” etkili olmuştur. Bu hissettikleri yoksunluk onları intihara kadar sürüklemektedir.
Sartre’a göre “İntihar dünyada var olmanın bir başka yoludur.” Çünkü Sartre’a göre kişi bir eylem olarak ölümü seçtiğinde kendi varlığının farkına varacak, varlığının tanımını da hiçlikle yapacaktır.
İlk uygarlıklardan bu yana şüphesiz intihar onaylanır bir düşünce değildir. Hatta intihar fikrinin birey ve toplum üzerindeki etkileri vurgulanmıştır. Çoğu kez düzene bir başkaldırı olarak da yorumlanmıştır.
Aristo da intiharı suç olarak nitelendirmiştir. Suç saymasının belki de en büyük nedeni dinsel etkilerdir. Topluma yararlı olabilecek bir bireyin sorumsuzca davranışı olarak niteler.
Bireyci felsefeler intiharı adil bir son olarak nitelendirirken Hıristiyanlık, İslamiyet gibi büyük dinler intiharı büyük günahlardan atfeder.
“…ölmek bu dünyada yeni bir şey değildir ama yaşamak daha da az yenidir.”
Yessenin
Edebiyat dünyası da intihar eden yazarlarla doludur. Mayakovski, Pavese, Hemingway, Woolf gibi sanatçılar geride sadece ruhunu bize açtığı kitaplar bırakarak intiharı seçmişlerdir.
Slyvia Plath de intiharı seçmiş edebiyatın değerli kalemlerinden biridir. Onun intiharı aslında onun incinebilir ruhu göz önünde bulundurulduğunda sürpriz değildir.
Plath, kendisinin ve yaşadığı dünyanın farkındadır. Bu farkındalığı onu anbean ölüme yaklaştırmıştır.
Yazdığı şiirlerle ruhundaki, aklındaki kasırgalardan kurtulmaya çalışsa da başarılı olamamıştır.
Nilgün Marmara, Slyvia Plath’in intiharını şiirleri üzerinden yorumlamıştır. Plath’in şiirlerini köşkünün tamiratı sırasında konan tuğlalar, intiharını ise tam bir başarısızlık olan bu evin tamamen yıkılması olarak yorumlamıştır.
Slyvia Plath’in arkadaşı İngiliz şair Alfred Alvarez de onun intiharını –intiharı ahlaki ve dinsel bir günah olarak nitelendirmesine rağmen- şu şekilde yorumlar: ‘”Plath’in şiirleri, asla tamamen gün ışığına çıkarılmayan deneyimler birikimi içinde güvendedirler… Eserlerini ayırt edici kılan bu tehdit hissidir; sanki sadece göz ucuyla görebildiği bir şey tarafından sürekli tehdit edilmiştir.” Alvarez’in bu sözleri Plath’in intiharını adeta haklı göstermektedir.
Peki neden intiharı seçmiştir Plath?
Plath’in hayatında iki önemli kırılma noktası vardır. Birinci babasını sekiz yaşında kaybettiğinde gerçekleşmiş, annesinin bütün özverisine rağmen baba eksikliği duyumsamıştır. Öğretim görevlisi babası her zaman çocuklarına karşı mesafeli durmuştur. Annesi bu eksiği gidermeye çalışmıştır ancak gerek baba sevgisini hissetmemesi gerek babasına erken veda etmesi onu bu konuda büyük eksikliğe düşürmüştür.
İkincisi ise kendisi gibi şair olan Ted Hughes’le yaşadığı hayal kırıklıklarıyla dolu evliliğidir. Kocasının hızla yükselmesi kendisinin istediği ilgiyi görememesi, iki çocuğunun bakımı ve ardından kocasının defalarca ihaneti Plath’i zihninde yarattığı ve adeta putlaştırdığı koca figüründen uzaklaştırmıştır.
Belki de yaşadığı bu hayal kırıklıkları nedeniyle eserlerinin ana teması acıdır. Plath’a göre bireysel acılar seri üretimlerdir. Ancak Slyvia Plath’ın hissettikleri şeyler hayatın ona sunduğu şartlardandır. Babasının ölümü üzerine hiç bitmeyen maddi zorluklar başlamıştır.
Alfred Alvarez, Slyvia Plath’i intiharından bir hafta önce evinde ziyaret etmiş ve o güne dair hatırladıklarını ‘Farklı görünüyordu. Saçını toplamamıştı. Beline doğru bir çadır gibi inen saçı, soluk yüzüne ve sıska bedenine tuhaf bir kasvet ve dalgınlık havası veriyordu; sanki mezhebinin ayinlerinden soğumuş bir rahibeydi. Karşımda yürürken saçından güçlü, keskin bir koku yayılıyordu, hayvan kokusu gibi…’ sözleriyle ifade etmiştir.
Alvarez’in anlattıkları, Slyvia Plath’in yaşamından vazgeçtiğini şairene bir şekilde nasıl anlattığını ortaya koyuyor. Yaşam sembolü olan sudan vazgeçerek intiharına adım adım yaklaşmıştır.
“Ben sadece atan bir kalptim.”
Proust
Slyvia Plath şair olarak anılsa da onun gönlünde yatan en büyük tutku düzyazı tarzında eserler yaratmaktır. Eşi Ted Hughes onun bu tutkusunu “Öykü yazma tutkusu, hayatının en bariz yüküydü. Profesyonel olarak büyük bir başarı kazanmak, zor bir mesleğin erbabı olmak ve gerçek dünyayı ciddi bir şekilde araştırmak istiyordu.” sözleriyle ifade eder.
Slyvia Plath bu tutkusuna engel olacak birçok şeyle karşılaşır. Ancak o bu sıkıntılarını ifade etmekten geri kalmaz. Ne de olsa o bir gizdökümcüdür.
“…Hayat neredeydi? Dağılıyor, yok oluyordu ve hayatım tartıldığında eksik çıkıyordu çünkü hazırlanmış bir roman kurgusuna sahip değildi, çünkü daktilonun başına oturup yoğun ve büyüleyici bir romanı sadece dehayla ve irade gücüyle bir ayda yazmayı başaramıyordum. Nereden, nasıl, neyle ve ne için başlayacaktım? Hayatımda yirmi sayfalık bir öyküye bile yetecek bir olay yok gibiydi. Felç olmuş halde oturuyordum, dünyada konuşacak kimsem olmadığını hissederek, insanlıktan tamamen uzakta, kendi eserim olan bir vakumun içinde. Kendimi giderekdaha kötü hissediyordum. Ancak yazar olmak beni mutlu edebilirdi ve yazar olamıyordum. Oturup tek cümle bile yazamıyordum. Korkudan kaskatı kesilmiştim.”
Slyvia Plath bir benlik yaratmak için arzuladığı düzyazıları yaratmalıdır. Ancak günden güne kendine olan inancını yitirmektedir. Adeta hayal edemez, üretemez konumdadır.
Yazar tek romanı Sırça Fanus’u yazdığında büyük beklentiler içine girmiştir. Büyük bir ilgiyle bu eserin karşılanacağına inancı tamdır. 1950’li yılları ve bu yıllarda ‘kadın olmak’ durumunu tasvir eder eserinde. Toplumun kadına biçtiği roller, kadını koyduğu yer ve kadının sıkışmışlığı üzerinde durur.
Sırça Fanus, otobiyografik ögeler içermektedir. Babası ailesinden gizlediği ve ihmal ettiği şeker hastalığının yol açtığı rahatsızlıklardan dolayı vefat etmiştir. Bu ani ölüm karşısında annesi eşinin çalıştığı Boston Üniversitesinde steno ve sekreterlik yaparak evin geçimini sağlamaya çalışmıştır. Eserde başkahramanımız Ester’in babasından söz edilmez ancak annesi steno konusunda ona daima öğütler verir.
Ester kendini yerdeki bir çukur gibi hissettiğini ifade eder. Şüphesiz bu tesadüfi bir benzetme değildir. Zira kadının toplum içindeki yerini göstermek amacıyla yola çıkan Plath, gizdökümcü tavrını takınarak bu benzetmeyi yapmıştır.
Şiirlerinde evrensel bir tema gibi kullanır ölümü Plath. Çektiği acıları mısralarıyla yenmeye çalışır. Ancak ortaya koyduğu eserlerde vurguladığı gibi ‘hayatı ölüme yenik düşmüştür.’
Kendine acıma duygusu o kadar baskındır ki bu duygunun yanına bir de suçluluk duygusu eklenmiştir. ‘Leydi Lazarus’ adlı şiirinde kendini uygarlığın Nazizm’e meyilli niteliklerini taşıyan sadist bir dinleyici kitlesine sahip becerikli ve intihara meyilli bir yaratıcı olarak görür.
Bak, gene yaptım işte.
Her on yılda bir
Nasılsa buluyorum bir yolunu –Bir çeşit yürüyen mucize, derim
Bir Nazi abajuru kadar parlak,
Sağ ayağımBir kağıt baskısı,
Yüzüm, şekilsiz, ince Yahudiden bir çarşaf.Sıyır örtüyü
Ey benim düşmanım.
Nasıl, ürkütüyor muyum?
Şiirin sonunda, toplumla bir benliğin çifte yok oluşunun yansıması olan derin bir nefret duygusu geliştirerek sert, erotik imgeler oluşturduktan sonra kendine yeniden doğuş vaad eder. Bu yeniden doğuş sayesinde erkekleri yiyen yamyam bir cadıya dönüşecektir.
Soyuyorlar beni elleriyle, ayaklarıyla-
İşte büyük striptiz.
Baylar, bayanlar,Bunlar ellerim,
Bunlar dizlerim.
Bir deri bir kemik olabilirim,Gene de tıpatıp aynı kadınım.
On yaşındaydım ilk keresinde.
Kazaydı.Kararlıydım ikincisinde
Sonunu getirmeye ve geri dönmemeye.
Bir deniz kabuğu gibiKapanmış sallanıyordum.
Durmadan çağırmaları, yapışkan inciler gibi
Bir bir ayıklamaları gerekti böcekleri üstümden.Ölmek Bir sanattır, her şey gibi.
Eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi.Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor.
Öyle ustaca ki gerçeklik duygusu veriyor.
Bu konuda iddialıyım sanırım.Bu iş güç değildir bir hücredeyseniz eğer.
Güç değil bu işi yapıp hiç kımıldamamak.
Güç olan güpegündüzBüyük bir gösterişle
Aynı yere, aynı yüze, aynı hoyrat
Bağrışmaya dönmek:‘Bir mucize!’ işte bu beni yıkan.
Bir ücreti var.Yaralarıma bakmanın, bir ücreti var
Nabzımı yoklamanın –
Gerçekten atıyor kalbim.Bir ücreti var, büyük bir ücreti var hem de
Bir sözümü duymanın, dokunmanın,
Kanımın bir damlasınınYa da saçımın, giysilerimin bir parçasının.
Ya, ya, Herr Doktor.
YA, Herr Düşman.Sizin eserinizim ben,
Sizin değerli eşyanız,
O som altından bebekHani bir çığlıkta eriyen.
Dönüyorum ve yanıyorum.
Büyük ilginizi küçümsediğimi sanmayın.Küller, küller-
Karıştırıp duruyorsunuz.
Et, kemik, başka bir şey yok –Bir kalıp sabun,
Bir nişan yüzüğü,
Bir diş dolgusu, altın.Herr Tanrı,
Herr İblis
Sakının
Sakının.Küllerin arasından
Kızıl saçlarımla dirilip doğruluyorum
Ve solurcasına insan yiyorum.