“Yaz akşamlarından birinde gemiyle İzmir´e gidiniz. Akşam annesiz bir çocuk gibi çöker İzmir´e. İzmir´in imbat rüzgarı yaz akşamları bile serin eser, çocukluk hırkanızı yanınıza almayı unutmayın. Merak etmeyin hâlâ çocuk kalan bir yanınız varsa o hırka üzerinize tam olacaktır.
Eğer İzmir´e gidemiyorsanız; ‘yağmur kadar İzmirli’ şair Didem Madak´ın şiirlerini okuyun.
‘Işıl çocuktu o zaman, ben de öyle
Mevsim kesin yazdı, karpuzdan feneriyle
Hani her çocuğu başka bir çocuğa
Yaklaştıran bir şarkı vardır ya
Kıyıya yanaşan bir gemi gibi.’
Onun ince şiirleriyle içinizdeki çocuk ısınacaktır. Hem ısınacak, hem de bizim pek güçsüz sandığımız o çocuk; en vakitsiz acıları gösterişsiz insan kalbiyle acı gibi yaşamasını bize öğretecektir.
Afşar Timuçin, Estetik adlı yapıtında şöyle yazar: “Sanatçı çocukluğunu olabildiğince korumuş kişidir, onu bir yaratıcı kaynak olarak içinde yaşatan hatta geliştiren kişidir. Sanatçının görme biçimi çocuğunkiyle iyiden iyiye benzeşir.”
Didem Madak´ın şiirlerinde sık sık bir çocuğun sezgileri ve duyumlarıyla yazılan dizelere rastlıyoruz. Andığım tanımlamayla onun şiiri pek güzel örtüşüyor. Grapon Kağıtları şiir dosyasıyla ilgili elbette daha pek çok şey söylenebilir, söylenecektir. Ancak bu kez şairin kendisi şiiri hakkında neler söylüyor onları öğreneceğiz.
Neyi okuyup neyi okumayacağım sorununu önce her şeyi okuyarak çözmeye çalıştım. Baktım ki olmuyor hiçbir şey okumamaya karar verdim.
Şaka bir yana beni edebiyatla tanıştıran annemdir. Birçok güzel çocuk romanı okudum, bu yüzden mutluluk dendiğinde hep o günleri ve o çocuk romanlarını hatırlarım. Annemin ölümünden sonra terkedilmiş ve yalnız günler başladı. Kütüphaneden eve taşıdığım kitapları okuyarak geçen uzun yaz günleri… O dönem hep o pembe boyalı kütüphanede memure olmayı düşlerdim. O günleri hatırlayınca hep Edip Cansever´in şu dizesi gelir aklıma: “Bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar gibi.” Hayatın elini beline koymuş sinirli bir üvey anne gibi bizi azarladığını ve kardeşimle el ele tutuşup hayallerden balkonumuza sığındığımızı hatırlıyorum. Sonra evden kaçışım, dört sene süren mutsuz bir evlilik. Zaten mutsuz bir evlilikten herkes bir şair olarak çıkabilir, işten bile değil.
Şiirimin gizli öznesi değilim, orda beni bulmak çok kolay. Bu nedenle şiirimin okuduklarımdan ziyade hayatımdan, yaşadıklarımdan beslendiğini düşünüyorum.
Sonra bir bodrum katında geçirdiğim o “buhranlı” günler. Rahatça bir Dostoyevski romanına kahraman olabilirdim. Şiirimin rutubetle ve karanlıkla beslendiğini söyleyebilirim.
Kız kardeşimle “Çocuk ve Allah´tan” sayfa çekip birbirimize okuduğumuz ve domates peynir ekmek yediğimiz o güzel günlerden, kedilerden, İzmir´den…
Obur bir şiirim var, hayatımı yiyor durmadan.
Nasıl yazıyorsun sorusunu cevaplamak bana hep çok zor gelmiştir. Ama masa başında çaba sarf etmediğimi peşin peşin söyleyebilirim. Benim çok daha laubali bir tarzım var galiba. Hiçbir zaman oturup bir şiir yazayım şöyle diyemedim. Bir olağanüstü hal şairiyim sanırım. Aniden kalkıp yatağın ortasına bağdaş kurup, salya sümük ağlayarak yazıyorum, bunu yapmaya ihtiyacım oluyor zaman zaman. O dönemlerde kendimi bir transatlantik gibi ağır ve hantal hissediyorum. Bu yazan çizen herkeste vardır sanıyorum. Bir buz dağına çarpacağını bile bile tam yol ileri demek, çarpmak, parçalanmak ve bir anti-efsane olarak batma isteği ve duygusu.
Sabahleyin yanımda her tarafına bir şeyler yazılmış kağıtlar buluyorum. Okuyor ve bazı satırların üzerini çiziyor, temiz bir kağıda yeniden yazıyorum. Sonra hemen bir dergiye postalamaya çalışıyorum, çünkü aksi halde genelde kaybediyorum şiirleri.
Zaten masa başı çalışması yapmaya, üzerinde uğraşmaya koşullarım ve yaşam tarzım da pek izin vermedi bu güne kadar.
Sizin belli bir çabanın ürünü olduğunu düşündüğünüz dizeleri de yine kendi yöntemimle yazdım. Ancak böyle yazıyor olmanın kimi zaman bir masumiyet karinesi olarak algılandığını görüyorum, bence bu yanlış. Masa başında ter dökülerek yazılmış bir şiir de çok içten ve samimi olabilir. Bir şiiri şiir yapan şey her neyse, o şey diğer bir şiiri şiir olmaktan çıkarabilir. Benim şiirimi şiir yapan şey hatalarım, kusurlarım ve beceriksizliğimdir. Saman alevi gibi parlayıp sönen imgelerdir. Okuduklarında şöyle düşünecekler: bu şiir değil ama nedense yine de şiir.
Bir keresinde bir birahanede genç bir kızla, bir delikanlının konuşmasına kulak misafiri olmuştum. Kız “Hayat yalan be oğlum” diyor ve içini çeke çeke ağlıyordu. Bir kere o kız kadar içten hayat yalan be oğlum diyebilseydim hemen yazmayı bırakırdım. Hayatın bir yalan olmadığına kendimi ve başkalarını ikna etmeye çalışıyorum. Kuran-ı Kerim´de hep “akıl etmez misiniz?” diye sorulur. Bu soruya genelde maalesef hayır diye cevap vermek zorunda kaldım. Sezgilerimle yaşıyorum. Koklayarak, dokunarak… Kedilerin, nergislerin, insanların etrafındaki havayı kokluyor ve ne yapmam gerektiğine, nereye gideceğime böyle karar veriyorum. Hiç garantili bir yöntem değil, hep yanlış ata oynuyorum. Bazen kendimi korumak için sevimli bir kirpi gibi davranıyorum, ama dikenlerim en çok bana batıyor. Takma bir bilinç ve takma bir akılla gündelik hayatımı sürdürüyorum. Bir dönem kalbim yokmuş gibi davrandım. Ama o hep vardı, kalbim takma değil. Yine Kuran´da “En akıllı adamın bile iki kalbi yoktur” denir. Ben işte o tek kalbimle herkeste tek olan o kalbe seslenmeye çalışıyorum. Sanırım ağzına geleni aklınla söylersin, ama içinden geleni yalnız kalbinle söyleyebilirsin, arada böyle bir fark var.
“İkinci Yeni” ismiyle anılan şiir kuşkusuz pek çok ana çizgisiyle bizler ve günümüz şiiri için bir olanak olarak belirmiştir. Ancak kendi serüveninin peşine düşmüş, “öznel”, “bireye ilişkin” şiir yazan ve şiirinde ana öğe olarak imgeye yer veren her genç şairi “ikinci yeniden ses taşıyor” yargısıyla baş başa bırakmak bana kolaycı bir yaklaşım gibi geliyor. Artık bu gün yazılan şiiri değerlendirmek için daha başka ölçüler de bulmak gerek. Düşündüğümde onlara göre daha kendiliğinden, daha paldır küldür bir şiir yazdığımı düşünüyorum. Daha az şair bir edam, daha iddiasız bir tavrım var. “Kendi sesini bulmuş olmak” nasıl bir durumdur? Bulununca ne olunur? Bulunca anlar mı insan kendi sesini bulduğunu? Vallahi hiç bilmiyorum. Bu bir ölçü sayılır mı bilmiyorum ama benden önce şiirlerimi tanıyanlar, beni tanıdıklarında şiirlerime çok benzediğimi söylüyorlar. Gerçi arada bir, çok huysuz, sinirli ve suratsız oluyorum, bakın bu konuda kendi sesimi bulamadım, Edip Cansever´e benziyorum.
Eski çağ Yunan filozoflarına ayıp olacak ama ben sahiden umutsuz biriyim. Kim bilir umut edersem düşeceğimden korkuyorum. Örneğin yolda yürürken tökezler düşersem protez bacaklarla kendimi ayağa kaldırabilirim; ama şiirde düşüp kalırsam elimdeki kalemi kıracağımdan korkuyorum.
Suç ve Ceza´yı bütün kalbiyle severek okumuş birinin iyi bir avukat olabileceğini hiç sanmıyorum. Hukuk fakültesini birinci sınıftayken bırakmıştım. Sonra çıkan bir afla geri döndüm. Bir çeşit çile doldurma biçimi olarak gördüm herhalde. Bu sıralarda Ceza Usul Hukuku ödevi olarak bir kamu oyu araştırması için anket yapıyorum. Anket şiddete ilişkin, insanlara şiddete karışıp karışmadıklarını soruyorum. Kardeşim dışında kimse karışmamış. Herkes melek adeta. İnsanlar sanırım yalanla yaşamaya alışmış. Korkuyorlar. İsim sormadığım halde, çok üstten sorular olduğu halde… Herkes kaybediyor ve kaybedenler bir şekilde kendilerini kazandıklarına ikna etmenin yolunu buluyor. İnanan insanlar iftar vaktinde ceza evlerinde ölüm orucu tutanlar için de dua etmedikçe bu ülkeyi kendi ülkem olarak göremeyeceğim sanırım.
Şiire tahlil etmek için yanaşmadım hiç. Stephan´la, Cemile ve diğerleriyle birebir kurduğum kanlı canlı ilişki hep daha cazip geldi bana. Şiire kavramlarla yaklaşmak benim için çok zor. Kavramlar hep gök kuşağının öbür tarafındaydı, gök kuşağının altından geçmeye çalışmanın boşuna olduğunu hissediyorum. Benim olduğum tarafta “sözler” var ve onlarla kurduğum ilişki samimi ve tatmin edici. Şiire yine şiirle yaklaşmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Bu yüzden “şairane” cevaplarım için söyleşiyi okuyacaklardan şimdiden özür diliyorum.