İnsanlar topluluklar halinde bir arada yaşamaya başladıklarından itibaren yarattıkları geleneklere keyfi ya da zorunlu olarak katılarak, çevrelerine dolayısıyla ait oldukları topluma uyum sağlamaya çalışmışlardır. Günümüz insanının gelenekleri ile ‘ilkel’ olarak genelleştirilen modern teknoloji öncesi topluluklarının ortak inanış paydasını karşılaştırdığımız zaman acımasız ve kabul edilemez bir vahşilik ortaya çıkmaktadır. Karşı tarafın çıkarını gözetmeyen ve öncelikle toplumun refahını amaçlayan bu acımasız uygulamalar tamamen olmasa da kısım kısım çeşitli kültürlerde varlığını sürdürmektedir. Antropologların çalışmalarını incelediğimiz zaman bizlere dehşet veren gelenekler aslında kendisini yaşatan toplumlar için adaptif yani birtakım inanışlar sonucunda paylaşılan algı karşısında toplumun yararını sağlayan, önlem alan ve korkuyu azaltan uygulamalardır. Ancak her dehşet içeren zorunlu geleneğin adaptif olduğu söylenemez. Araştırmacılar elde ettikleri bulgulara göre kabilelerdeki bireylerin hayvanlara işkence yapmasını, çocuklara şiddet uygulamasını ve de yaşadıkları ortama zarar vermelerinin maladaptif olduğunu vurgulamışlardır. Bu davranışlar toplumlarına fayda sağlamamış aksine iş gücünü, kaynaklarını ve yaşam kalitelerini azaltmıştır.
‘’Küçük veya büyük olsun dünyanın birçok toplumundaki yetişkinler kürtaj yaptırmışlar ve bebekleri ile çocukları terk etmişler ya da öldürmüşlerdir. Bu uygulamalar üzücü ve istismarcı olduğu kadar kaynaklarının daha fazla çocuk yetiştirmeye müsaade etmediği toplumlar ya da bireyler için genellikle mantıklı çözüm yolları olarak açıklanabilir. Fakat şiddetli çocuk istismarının adaptif bir uygulama olarak resmedilmesi daha zordur.’’
Kitap birçok kabilenin kendine has gelenekleri uygulayışından ve bunların sonuçlarından söz ediyor. Sınırlı sayıdaki istisnalar dışında çoğu kabile geleneklerinin ortak özellikleri olarak erkeklerin kadınlardan, çocuklardan, hastalardan, yaşlılardan ve hayvanlardan yüksek bir konumda bulunması, bazı geleneklerin maladaptif olduğunu kabul etmelerine ve bu geleneklerinden rahatsız olmalarına rağmen geleneklerini sürdürmedeki ısrarları ve kabiledeki tüm bireylerin yok olma ihtimali ortaya çıksa bile geleneklerinden vazgeçmemeleri gösterilebilir. Kitapta intihar, korku, stres, cinayet, tecavüz, sağlık, göç gibi konularda karşılaştırmaları olarak işlenmiş.
Yeni dünyanın keşfiyle birlikte çeşitli kıtalarda dağılmış halde varlığını devam ettiren yerlilerin hızla yok olduğu bilinen bir gerçektir. Fakat araştırmalar bu ‘ilkel’ kabilelerin modern dünyanın keşfinden önce kendilerini ve beraberinde yaşam ortamlarını da yok ettiklerini göstermektedir.
‘’Yerine konulamaz doğal kaynakların yok edilmesi devletlerin ortaya çıkmasından çok daha önce başlamıştır. Binlerce büyük hayvanı uçuruma sürükleyerek öldüren buzul çağında yaşamış avcılar, bu hayvanlardan sadece birkaçını tüketebilmelerine rağmen bunu yaparak sadece kıymetli bir kaynağı değil, dolayısıyla kendi bekalarını da tehdit etmişlerdir. Brezilya’da olduğu gibi tropik bir yağmur ormanını yok etme tehdidi sadece modern gelişime bağlı değildir, Malaya’nın avcı toplayıcı toplumu olan Semanglar da ormanlardan oluşan çevrelerine önemli zararlar vermiştir.’’
Doğayla ve birbirleriyle barışık ‘ilkel’ yaşam görüşü üzerine düşünülmesi gereken birçok nokta var gibi görünüyor. İlkel olsun ya da olmasın toplumlardaki adaptif ve maladaptif geleneklerin sonuçlarını incelemek ve tartışmak kültür evriminin refah bir yola koyulmasında yardımcı olacaktır.
- Hasta Toplumlar – İlkel Düzen Efsanesine Bir Meydan Okuyuş
- Yazar: Robert B. Edgerton
- Çeviri: Harun Turgut
- Buzdağı Yayınları
- 364 sayfa