Siyasal çalkantıların arttığı 18.yy’ın son çeyreğinde İngiliz mimar Samuel Bentham kendisinden istenen yapının tasarımını filozof ve hukukçu kardeşi Jeremy Bentham ile birlikte yapar. 1785 yılında tamamlanan bu yapı günümüzde Panoptikon adıyla bilinen dairesel şekilli bir hapishanedir. Hapishanenin en büyük özelliği ise tecrit edilmiş hücrelerde kalan mahkumların şeffaf camların ardında tutulmasıdır. Binanın tam ortasında yer alan gözetleme kulesindeki gözetleyici dışarıdan bakanların göremeyeceği ancak mahkumları rahatlıkla görebileceği özel bölmesinde yirmi dört saat mahkumları denetim altında tutabilmektedir. “Görünmeden gözetleme” ilkesi sayesinde mahkumlar gözetleyicinin orada olduğunu bilmeseler bile daima gözetlendikleri düşüncesiyle uyarılırlar ki bu durum iktidarların arzu ettiği otoriteyi daimi kılar.(1) Bu özellikleri ile Panoptikon, Fransız düşünür Michel Foucault’un da dikkatini çeker. Foucault bu farklı tasarımlı hapishaneyi iktidar anlayışı için bir metafor olarak kullanır. Bu metafora Koreli filozof Byung-Chul Han’ın eserlerinde de rastlayabiliriz. Han’ın ifade ettiği üzere günümüzde yerkürenin tamamı bir Panoptikon’dur. İnsanlara özgürlük alanı olarak sunulan arama motorları ile sosyal ağlar da panoptik biçimlere bürünmekte ve ne yazık ki modern çağ insanı bunu özgürlüğüne karşı bir saldırı olarak kabul etmekten ziyade gönüllü bir teslimiyetle kabullenmektedir. Kredi kartı, sosyal medya, internet sörfü, filtre balonları ve eko odaları bir yandan insanları şeffaflığa sürüklemekte, diğer yandan sadece görmek istediklerini göstererek farklı fikir ve görüşlere kendilerini kapamalarına sebep olmaktadır.(2)
Başta televizyon olmak üzere günümüzde kullanımı daha da çok yaygınlaşan medya aygıtlarında görülen bu gelişmeler toplumların yönlendirilmesinin ne denli kolay olabileceği realitesi ile bizleri karşı karşıya getirmektedir. G.Debord’un “Kendi bütünlüğü içinde ele alındığında gösteri, mevcut üretim tarzının hem sonucu hem tasarısıdır… İzleyici ne kadar çok seyrederse o kadar az yaşar; kendisini egemen ihtiyaç imajlarında bulmayı ne kadar kabul ederse kendi varoluşunu ve kendi arzularını o kadar az anlar” (3) sözleriyle ifade ettiği “Gösteri” ve onun nihai sonucu olan “Gösteri Toplumu” ile post-modern insanın hakikati olarak televizyonu koyan ve bizi “Hipergerçeklik”le tanıştıran J.Baudrillard bugünün dünyasını anlamada kuşkusuz fener görevi görmektedir.
Televizyon yayınlarının küresel boyutta yayılmasının imajlar dünyasını öne çıkarttığını ifade eden bir diğer düşünür J.Ellul, televizyonu “en kuvvetli uyuşturucu” olarak tanımlamakta (4), Neil Postman ise Orwell ve Huxley’e ait iki büyük distopyayı karşılaştırarak modern dünyaya dair aşağıdaki tespitlerde bulunmaktadır:
“Bir kültürün ruhunun tükenmesinin iki yolu vardır.Birincisinde (Orwellcı yol) kültür bir hapishaneye dönüşürken, ikincisinde (Huxleyci yol) kültür bir hicive dönüşür.
…Orwellcı bir dünyayı tanımak ve karşı koymak Huxleyci bir dünyaya kıyasla çok daha kolaydır. Bugüne kadar öğrendiğimiz bütün bilgiler bizi, kapıları üstümüze kapandığı zaman bir hapishaneyi tanımaya ve ona karşı direnmeye göre ayarlamıştır…Peki ama, ya duyabileceğimiz hiçbir acı çığlığı yoksa? Bir eğlenceler denizine karşı kim silaha sarılmaya kalkışır? Ciddi söylemler, kıkır kıkır gülmeler arasında kaynayıp gidiyorsa kime, ne zaman ve hangi ses tonuyla şikâyette bulunabiliriz?”(5)
Toplumsal yapıyı değiştirmede büyük etkiye sahip olan televizyon ve yarattığı kültür üzerine ülkemizde son dönemde kaleme alınan kitaplardan biri de Tayfun Atay’a ait. “Görünüyorum O Halde Varım” adıyla piyasaya çıkan kitap, yazarın ifadesiyle Meşhuriyet Çağı’nda insan ve kültürü ele alıyor. Altı ana başlık altında topladığı konuları güncel örneklerle okuyucuya sunan Atay günümüzde artık yadsınamaz hale gelen toplumsal sorunları hayatın akışını belirleyen “küresel-teknolojik saat”in karşısında “yerel-kültürel saat”in yavaş işlemesine bağlıyor ve kitle kültürünün bu coğrafyaya gelişiyle birlikte kendine özgü sorunları da beraberinde getirdiğini ifade ediyor.
Debord, Baudrillard, Chul Han, Ellul ve Postman’a paralel olarak Atay’da televizyonun düşünce ve yorum merkezli bir hayatı, seyir ve eğlence merkezli bir hayata dönüştürdüğüne dikkat çekiyor.
“Yorma kafanı” bu yeni dönemin en önemli mottosu. Sosyal medya gündelik yaşamda yeni bir duyu organı adeta. Kendimizden bahsedildiğinde veya ilgi çektiğimizde aldığımız keyfin farkına varan internet ve televizyonun bu zaafımızı kolaylıkla kullandığı bir dönemdeyiz. Atay’ın tabiriyle şöhret virüsü tüm ülkeyi sardı ve bu virüs buluştursa da birleştirmiyor. “ ’Yoksul’varlıklı olmak umuduyla kuyrukta, ‘Varlıklı’ ise bir de var olma isteğiyle”. Ve tabii görünmenin her şey olduğu bu çağda var olmanın yolu da görünmekten geçiyor.
Üretime ağırlık veren erken dönem sanayi devriminin aksine tüketime/tükettirmeye yönelen günümüz kapitalizminin modern insana en büyük kazanımı kuşkusuz boş zaman oldu. Boş zaman özellikle, ABD’den dünyaya yayılan Taylorizmin dayattığı yaşamın insanlarda yarattığı stres, yalnızlık ve yabancılaşmaya karşılık bir can simidi olarak sunuldu. Oysa televizyonun dünyamıza girişiyle birlikte reklam silahını kullanarak bizzat tüketimin ana arterlerinden biri haline geldi. Televizyon ve internet bir yandan insanlarda tüketim arzusunu kırbaçlarken diğer yandan Atay’ın tabiriyle “kalabalık yalnızlıklar” dünyasında var olmanın ve var “sayılmanın” yolunun da daha fazla görünmek ve tanınmak sanısını yarattı. Bunun sonucu, evlendirmeden kayıp aramaya kadar pek çok televizyon programından oturma odalarımıza akıtılan özel yaşamlar oldu. Haberlerin bile magazinelleştirilmesi, acının, sevincin, hüznün “ilgi görmek/reyting almak” uğruna kullanılması toplumun temel ayarları ile oynanması sonucunu doğurdu. Özellikle acının ekranlara boca edilmesi izleyenlerde bu tür duygulara karşı bir kanıksama/umursamama durumunun gelişmesine neden oldu. Sonuç olarak en ufak bir olumsuzlukta dahi “yorma kafanı” diyen, alacağı like’ların (!) yaşatacağı keyif uğruna özel yaşamını gözler önün sermekten çekinmeyen, uçak biletinden, tabağındaki ete kadar tüm yaşamını sosyal medyaya taşıyan, giderek şeffaflaşan, manevi değerlerinin dahi yozlaştırılmasına kayıtsız kalıp sabahtan akşama maruz kaldığı reklam enjeksiyonu ile tüketim hastalığına tutulmuş insanlara evrildik. Ve ilginçtir ki tüm bunlar televizyon ve internetin yarattığı razılıkla oldu. Çünkü günümüz dünyası, Atay’ın ifadelerinden ilhamla, insanların baskıyla, zorla, işkenceyle değil eğlenceyle baskı altına alındığı cesur yeni bir dünya. Burası Meşhuriyet Çağı’nın şeffaf insanlarının yaşadığı yer.
- Görünüyorum O Halde Varım / Meşhuriyet Çağı’nda Kültür ve İnsan – Tayfun Atay
- Can Yayınları – Deneme
- 304 sayfa
(1) Gizem Özdel, Foucault Bağlamında İktidarın Görünmezliği Ve “Panoptikon” İle “İktidarin Gözü” Göstergeleri, The Turkish Online Journal of Design, Art and Communication – TOJDAC January 2012 Volume 2 Issue 1
(2) Byung-Chul Han, (2015). Şeffaflık Toplumu, Metis Yayınları
(3) Guy Debord, (2017). Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yayınları
(4) Jacques Ellul, (2015). Sözün Düşüşü, Paradigma Yayınları
(5) Neil Postman, (2017). Televizyon: Öldüren Eğlence, Ayrıntı Yayınları