Normal insan normunun seksen bin parçaya ayrıldığı zamanlarda sıkıntısız bir yaşam formundan bahsedebilmek zor. Bütün dertler tanımlandı, yeni çıkanlar tanımlanıyor. I. Dünya Savaşı’ndan önce Shell Shock denen lanet rahatsızlık hakkında pek bir şey yoktu sanıyorum. Bu konuda Japonlar bayrağı devralmış durumda bence; Tsundoku, Karoşi, Hikikomori gibi rahatsızlıklar nokta atışı tanımlarla daha büyük dallardan kopup gelmiş vaziyette. Halimiz duman, Dave Matthews’a bağlıyorum: “It’s a typical situation/In this typical times/Too many choices“
Yaşadıklarımız üst üste bindikçe beynimizin bir yanına çöpleri yığıyoruz ve sıkıştırdıkça patlama olasılığı artıyor. Kafamız havaya uçacak, şimdi değilse bile birkaç nesil sonrasını düşünmek bile istemiyorum. Savunma mekanizmaları gayet iyi iş gördü ama bir yere kadar üstünü kapatacağız, yansıtacağız, ödünleyeceğiz, çocukluğa dönüp kurtulmaya çalışacağız. Sonrasında dizginlenemeyen bir öfkeyle özgür kalacağız, ironik bir şekilde sonu iyi olmayacak. Mukadderat.
Kapadık, örttük ve sözde normalleştik. Kriz anlarına kadar kimliğimizi ortadan kaldırınca bu kez hangi yüzümüzün gerçek, hangisinin poker face olduğunu unutup insanları zaman zaman hayretler içinde bıraktık, bu da pek güzel. Sosyalleştikçe daha kalın perdeler kullanmaya başladık, özellikle ergenlikten itibaren. Bu noktadan öncesi insanın doğal olabildiği son zamanlar olabilir. Ergenler ahlaki olarak tam bir erginliğe ulaşmadıkları için marazlarını doğal habitatlarında çekinmeden ortaya koyabiliyorlar. Bu açıklığı sürdürenler, “normal” insanlardan farklı olarak yaralarını sergileme cesaretine sahip oluyorlar, saklamak istedikleri bir şey olmadığı için tanıyabileceğiniz kadar iyi tanıyorsunuz onları. Bu güzel bir şey, olumsuz yanı da insanın şiddetle olan meylinin son derece doğal bir şekilde ortaya çıkabilmesi. İnsan, bir fikir olarak üzerinde uzun süre düşünülmedikçe ya da düşünüldüğünde çarpıtılmadıkça çöp kutularından, matkaplardan, mukavvalardan ve daha pek çok nesneden farksızdır. Marina Abramović’in Rhythm 0 performansını düşünün. Kitabın sonundaki açıklamalarda Banks de aynı şeyi söylüyor.
“(…) Bununla birlikte çocuklara özgü masumiyetin, çoğu insanın hayal ettiği gibi olmadığı -ne şimdi ne de öncesinde- konusuna da dikkat çekmeye çalıştım. Çocuklar da muhtemelen yetişkinler kadar şiddet düşüncesine yatkınlar; sadece bunları koyabilecekleri sofistike bir ahlaki çerçeveleri yok o kadar.
Aslında düşünüyorum da, bence yetişkinlerin de yok.” (s. 254)
Hikâye iki zaman diliminde ilerliyor, birinde Frank’in çocukluğunu izliyoruz. Küçük psikopatlıklardan cinayete kadar geniş bir alanda özgün çalışmaları var, yaratıcılığı üst düzeyde, ne var ki yanlış bir alana yönlendirilmiş. Ne yaptığının son derece farkında, oldukça soğukkanlı ve kusursuz bir mantığı var. Cinsel organı bir köpek tarafından parçalandıktan sonra kariyeri başlıyor.
Üç kardeşler, abi Eric başka bir anneden öz kardeş. Paul var bir de, üç numara. Önce kuzenlerinden birini öldürüyordu galiba, takma bacağın içine yılan koyuyor ve çocuk zehirlenerek ölüyor. İkinci vakası kardeş Paul. Ölmesi gerektiğini düşünüyor, ailede fazladan bir üye. İki kardeş son derece yeterli. Dededen kalma bir depo var, patlayıcı dolu. Frank bu patlayıcılarla tavşan avlıyor, bir şeyleri sık sık havaya uçuruyor. Bu havaya uçanlardan biri de kardeşi, gerçi barutla değil de savaşta adaya düşmüş ve patlamamış bir bombayla yapıyor bunu. Çocuğa bombaya vurmasını söylüyor ve bom! Geriye hiçbir şey kalmıyor. Polis şefi çocuğu sorguya çekiyor ama Frank son derece yetenekli bir sosyopat, her seferinde insanları kandırmayı başarabiliyor ama etraflarında kimse kalmıyor bir süre sonra. Hele son vukuatı tüy dikiyor; dev bir uçurtmayla küçük bir kızı okyanusun üzerinde uçurmak nedir? Kız bulunamıyor, Frank rolünü iyi oynuyor ve yırtıyor tabii.
Eric, geçmişle şimdi arasındaki bağlantı. İki kardeş gayet iyi anlaşıyor ve Eric, Frank’in garipliğini anlamak istemiyor belki, belki hiç anlamıyor. Zamanla birbirlerinden kopuyorlar, Eric okula ve arkadaşlarına daha çok zaman ayırmaya başladıkça Frank duruma içerlese de abisini seviyor ve psikopatlıklarını üzerinde uygulamıyor, onun yerine Eşekarısı Fabrikası’yla zaman geçiriyor. Üstü camla kaplı büyük bir platform, arı bir uçtan içeri sokuluyor ve denk geldiği ölüm odalarından birinde can çekişerek ölüyor. Yanarak, boğularak, parçalanarak, çeşitli şekillerde. Tercihler aynı sona çıkıyor, dışarıda büyük bir dünya var ama Frank için her şeyin sonu ölüme çıkacak. Nitekim Eric tıp okurken travmatik bir olay yaşayıp evine dönüyor, komşuların köpeklerini yakmaya başlıyor ve çocuklara toprak yediriyor, sonrasında tımarhaneye kapatılıyor ve oradan kaçıp eve dönmeye çalışıyor. Babaya çaktırılmayan bu kaçış hadisesi, Frank’in tek başına çözmeye çalıştığı bir problem haline dönüşecek ve Eric’in eve yaklaşmasıyla Frank de artan gerginlikle birlikte kimliğini daha çok sorgulamaya başlayacak. Kendisi mi daha problemli, Eric mi? Mantığa bürünmüş cinayetler, yanan köpeklerden daha masum olabilir mi?
Eric, yaktığı koyunlarla birlikte eve gelir ve depoya kaçar, havaya uçarak kilitli odanın gizeminin çözülmesini de sağlamış olur. Frank’e korku veren bir durum ortadan kalkınca gerçekle yüzleşmek için gereken cesaret de ortaya çıkar. Çocuk, geçmişini ve kaderini öğrenir. Çocukluğunda parçalandığını sandığı erkeklik organının aslında hiç var olmadığı, babasının verdiği erkeklik hormonlarından sonra kendini bir erkek gibi hissettiği ama aslında kız olduğu ortaya çıkar. Bu açıklama kısmından sonra gelen Freud soslu çözümleme olmasa daha iyi bir son olurmuş gerçi ama böyle de iyi. Kısaca şu ki erkek çocuklar iğdiş edilmekten korkar, kız çocuklar da organ eksikliğinden mustariptir. Bunun sonucunda ortaya çeşitli problemler çıkabilir, çocuklar kendi yoksunluklarını veya korkularını başka çocuklara aktarmak isteyebilirler. Buradaki çift cinsiyetlilik, Frank’in kız-erkek ayrımı yapmadan cinayet işleyebilmesine yol açar. “Cinayetlerle sanki cinsiyetimi kanıtlıyor, doğum yapmış gibi hissediyordum. Fabrika, hayatı inşa etme çabamdı, diğer türlü olmasını istemediğim ilişkiyi değiştirme çabamdı.” (s. 249)
Kitabın sonunda Banks’in açıklama bölümü var demiştim, oradan bir alıntıyla bitirmeden önce adamın yazdığı BK romanlarının yayınevleri tarafından defalarca reddedildiğini söylemeliyim, sonrasında farklı tür bir hikâye anlatması gerektiğini düşünüp BK dinamiklerini kullanarak normal bir roman yazmış. Uzak bir İskoç adası, normallikle mücadele ve diğer küçük şeyler.
“Her şeyin ötesinde bu kitabın feminizm yanlısı, antimilitarist, dini hicveden ve çevremiz tarafından nasıl şekillendiğimiz ve nasıl yetiştirildiğimizle ilgili ve gücü elinde tutanların bize sunduğu çarpık bilgiler üzerine söyleyecek bir sözü olan bir çalışma olması gerekiyordu.” (s. 253)
Ölüm makinelerini nasıl bir rahatsızlık olarak değerlendirmek gerekir? “Kötü aile hastalığı” diye bir şey uydurmak lazım. Uydurdum gitti.
Baskı Yılı: 2015
Yayınevi: Koridor Yayıncılık