Fotoğraf: Joanna Kosinska
“Neden geçmişe bu kadar bağlıydık, neden bütün o amaçsız hikâyelerde eski günleri arşınlayıp duruyorduk, bu hiçbirimizin merak etmediği bir soruydu, yanıtlayamadığımız pek çok şeyden biriydi. Bu gece sanırım ailemin neden asla bir cevap bulamadığını anlıyorum. Saat dokuzda masaya yemek yemeden, aç değilken oturuyorsam, bu gece yalnızlığım o dört boş sandalyenin şeklini alıyorsa, o hikâyeleri bir kez daha duyabilmeyi dilediğim içindi.”
Yaşarken bize gösterilen örnekleri düşünüyorum. Hayatta optimist olmak ne kadar da önemliymiş. Bardağın sadece bardak olarak tanımlanması değil de iyi yönleriyle bardak olarak tanımlanması, dolu olması ama asla boş olan taraflarından bakılmaması, boş diyenlere başka gözle bakılması ne kadar da önemliymiş. Halbuki böyle olsa ne olacak? Diyelim ki o bardağın yarısı boş dedik. Neden her şeye dolu tarafından bakanlara ‘bence bir doktora görünmesi gerekiyor’ demek yerine bardağın boş tarafını görenlere tüm bunları dedik? Bence biraz olumsuz yönleri görmek yıkılan bir evin ayaklar altında ezilen enkaz parçalarına bakıp aynı şekilde ezilen umutlarımızı fark ederek tebessüm etmekten farklı bir şey değil. Hem acının hayatımızda ileri ya da geri bir ivme kazandırdığı konusunda hepimiz hemfikir olabiliriz.
Julian Fuks’un 2015 yılında A resistência orijinal adıyla çıkan kitabı Bengi De Sa Matos Paixao çevirisiyle 2023 yılının ilk kitabı olarak Timaş Yayınları tarafından yayımlandı. Direniş başlığı ile çıkan bu kitap kelimenin tam anlamıyla bir direnişin otokurgusal anlatımı niteliğinde.
Kendisi gibi Arjantili bir yazar olan ve Latin Amerika’da askeri yönetimlere yaptığı eleştirilerle tanınan Ernesto Sabato’nun “Bence direnmeliyiz. Benim sloganım budur. Ama bugün, kim bilir kaç kez, bu kelimeyi nasıl somutlaştıracağımı düşünüp durdum.” cümleleriyle kitabına başlıyor Julian Fuks. Henüz hikâyesine başlamadan bu denli direnişi hissettiren yazarın Direniş kitabının da bunca başarısına şaşmamalı. Zira bu kitabı ile 2016 yılında Jabuti Edebiyat Ödülü ve Oceanos Edebiyat Ödülü, 2017 yılında Jose Saramago Edebiyat Ödülü, 2018 yılında Anna Seghers Ödülü kazananı oldu. 2019 yılında ise Republic of Consciousness Ödülü finalistleri arasında yerini aldı.
Kitabın son sayfasına kadar isimleri gizli tutan fakat tam da son sayfasında anlatıcının ismini zikreden Julian Fuks, evlat edinilen ağabeyine hikâyesini anlatacağına söz verdiği kitabın yazım aşamasını anlatıyor. Bir nevi günce yazarken bir yandan da kafa sesi ile okuyor gibi düşündüğüm Direniş’te Buenos Airesli ve bir hareketin üyesi olan babanın devletin oluşturduğu baskılardan ötürü göç etmesine soyu devam etme baskısıyla çocuk yapmak için çabalayan bir karı-kocanın hikâyesi eşlik ediyor. Aslında bu karı-koca aile kurmak için uğraşırken matruşka bebek misali acıdan acı doğuracaklarından da habersizler.
“Kardeşim evlatlık, ancak kelimenin uyandırdığı, kelimenin kendisinin karaktere dönüştürdüğü damgayı pekiştirmek istemiyorum. Yarasını derinleştirmek istemiyorum ve bunu yapmak istemiyorsam yara demekten vazgeçmeliyim.”
Psikiyatr anne ve babadan oluşan bu ailenin soyunu devam ettirmesi için gereken çocuk bir türlü olmaz. Başarısız sonuçlanan bütün girişimlerin sonunda anne bir evlat edinmek istediğini söyler. Yazarın tabiriyle, bir anne evlat edinmek istiyorsa dolayısıyla bir baba da evlat edinmek istiyordur. İtalyan genç bir kadın hamile olduğunu öğrendikten sonra kendisini terk eden sevgilisinin ardından çocukla yaşamasını kabul etmeyen ailesi de üzerine eklenince çocuğunu doğurur doğurmaz evlat edinilmesini ister. Evlat edinmek isteyen psikiyatr karı-koca yeni doğan bu erkek çocuğunu evlat edinir. Çocuk, aileye çok benzemese de babası olacak kişi ile aynı renkte olan gözlerin benzerliği her zaman kurgunun önünde tutulur. Sanki göz renginin benzerliği bir çocuğun sonradan sahip olduğu ailesini kabul etmesi için önemli bir kritermiş gibi…
Henüz evlat edinilecek çocuktan haber beklerken hamile olduğunu öğrenen kadın, neredeyse aynı zamanlarda iki evlat sahibi olur. Doğuracağı ve sahipleneceği çocuk arasında seçim yapmak yerine ikisini de kabul eder. Hamile kaldığı çocuğun yıllar sonra evlat edinilen ağabeyinin hikâyesini anlattığı kitabı yazarken çocuk sahibi olmak hakkında söylediği cümleler annesini o zamanlarda verdiği kararından ötürü desteklediğini gösteriyor: “Çocuk sahibi olmak, her zaman bir direniş eylemi olmalıydı. Belki de yaşamın sürekliliğinin onaylanması, takip edilmesi gereken bir başka etik zorunluluktu, dünyanın gaddarlığına karşı çıkmanın başka bir yoluydu.”
Ağabeyi ergenliğe girdikten sonra aile yemeklerine katılmayı reddeder, çoğu zaman odasından dışarı adım bile atmaz. Odasından çıktığı zamanlarda ise evin dört duvarı içerisinde dolanmak yerine dışarıda dolanmayı tercih eder. Bunun üzerine anne, baba ve iki kardeş ailenin kalan bir üyesi için neler yapmak gerektiği konusunda münakaşa etmeye başlar. Kitabın yazarı olarak gözüken erkek kardeşin, ağabeyini bir arkadaşının yanında evlatlık olduğunu bağırarak rencide etmesi ile başlayan bu fark edilmeyen gerginlik, çözümü belirsiz bir durum ortaya çıkarır. Aslında kardeşi ağabeyini rencide etmeyi planlamıyor aksine bir anlık öfkeyle söylediğini itiraf ediyor. Fakat ağabeyi bunun üzerine erkek kardeşini hiçbir şey söylemeden odasında bulunan balkona çıkararak oraya kilitliyor. Soğuk bir akşamda, belki de bağırmasını beklediği ağabeyinin bu sessiz protestosu kardeşini çok etkiliyor. İşte o günden sonra sessizce aralarında gezinen ‘evlatlık’ gerçeği artık kendini belli eder ve türlü sorunlar yaratmaya başlar. Fakat anne, baba, erkek ve kız kardeş hatta danıştıkları analistler dahi ailenin ilk çocuğu olan bu gencin acısının yerini bir türlü bulamaz.
“Belirsiz şeyler hakkındaki bir şiir dizesi, tüm unutuşların bir acının içine sığabildiğini söyler ama şiir dizeleri her zaman doğruları yansıtmaz. Bazen bir acının içine sığan tek şey sessizliktir. Kelimelerin yokluğundan yapılmış bir sessizlik değil: Yokluğun kendisi olan bir sessizlik.”
Bunun sadece bir evlatlık çocuğun hikâyesi olduğunu sanıyorsanız yanılırsınız. 1976 ile 1983 yılları arasında baş gösteren askeri diktatörlük sırasında Plaza De Mayo Anneleri, kimsenin gösteremediği bir cesareti göstererek protestolara başlamıştı. Bu anneler kaçınılmaz bir şekilde tutuklanmak zorunda olan kızlarının doğurduğu çocukları himayesi altına alan devleti protesto ediyordu. Devlet onları annelerden kopararak evlat sahibi olmak isteyen başka ailelere evlatlık olarak veriyordu. Ağabeyinin hikâyesini yazmaya başlayan erkek kardeş, önce göç etmek zorunda kaldıkları eve ayak basma daha sonrasında ise Plaza De Mayo büyükannelerini ziyaret etme cesaretini buluyor. Ebeveynlerinin gittikçe daha az hatırladığı geçmişlerinde, ağabeyinin asla cesaret edemeyeceği bir şey yaparak ağabeyinin önceki hayatını arayan ve bunu ona borçlu olduğunu düşünen erkek kardeş ailesinin geçmişe gösterdiği direnişle, ağabeyinin ailesine gösterdiği direniş arasında kalışını gözler önüne seriyor.
The Guardian’da yayınlanan Lisa Apegnanesi’nin bir yazısında bu direniş çok güzel bir şekilde tasvir edilmiş: “İncelikle tercüme edilmiş bu kitapta direniş her yerde. İlk direniş ebeveynlerin askeri diktatörlüğüne karşı. Taşındıkları yeni ülkelerinde bir süre geçirdikten sonra eskiyi hatırlamak istememelerinde de aynı direniş mevcut. Evlat edinilen erkek kardeşin birlikte yaşadığı ailesiyle bir türlü hesaplaşamamasında ve ailesi de dahil olmak üzere analistlerle karşı karşıya kaldığında gösterdiği inatçılığında da direniş var. Her şeyden önce, kitabın başında anlatıcının ağabeyini tam olarak kucaklayamama ve sevememe saplantısında direniş var ve gerçekten de her bir karakterin bir başkasının gerçeğini ve belgelerde yalnızca bir kısmının bulunabileceği tarihi kabul etme konusundaki isteksizliğinde.”
Hüzünlü ama bir o kadar da gerçeğin arsızca aramızda dolaştığını hissettiğimiz fakat bir o kadar da gerçekten adım adım kaçmayı seçtiğimiz Direniş kitabında son cümlelerimi kitabını anne ve babasına okutan erkek kardeşin annesinden duyduğu cümlelere teslim ediyorum. Sebastian’ında da sorduğu gibi: Her yara bir işaret midir sorusuyla kendimi baş başa bırakırken yazdığı karakterle aynı kaderi paylaşan yazarın belki de anlatmaya çalıştığı gerçeği bir kurguyla ne kadar da doğru bir şekilde anlatabildiğinin hayranlığını da yaşıyorum.
“Biliyorum, biliyoruz, baştan sona özenle, sevgiyle dolu bir kitap, biliyorum belirsizlik sadece bize özgü değil, kitabın her satırında bir belirsizlik söz konusu. Yine de kendimi şüpheye kapılırken yakaladığım anlar oldu, bunun bu kadar açık bir şekilde var olması gerektiğinden emin değilim. Sadece söylediklerime göre hareket etmeni istemiyorum, bunu asla istemedim: Devam et Sebastian, yapman gerekeni yaptın ve kim bilir, belki de birileri bunun iyi bir roman olduğunu düşünebilir.”
- Julian Fuks – Direniş
- Timaş Yayınları – Roman
- Çeviri: Bengi De Sa Matos Paixao
- 160 sayfa