T.A.’ya
Son dönemlerde kitabevlerinin satış listelerine bakıldığında tarih kitaplarının satın alımında belirli bir artışın olduğunu görmek mümkün. Bunun çeşitli nedenleri var kuşkusuz, ancak sanırım önemli nedenlerinden biri de kitle iletişim araçlarında tarih programlarının çoğalması, yazılı basında tarihi referanslı haberlerin yer alması da gösterilebilir. Tarihe yönelimde önemli faktörlerden bir diğeri de hiç kuşkusuz Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın insanı kendisine hayran bırakan bilgisi ve merak duygusunu arttıran üslubunun etkisi de bulunmakta.
İlber Ortaylı, klasik bir eğitim metodunu benimsemek yerine, çok disiplinli bir eğilimle tarihin yalnızca vesikâlardan ibaret bir yaklaşımla öğretilemeyeceğini göz önüne koymakta. Ortaylı’nın tarihçiliğinde tarih yalnızca büyük kahramanların yaptıkları eylemlerle sınırlı kalmamakta, coğrafya ile birlikte kültürel iklimin de teneffüsüne ihtiyaç duyulmakta. Bu bakımdan mesela, Cumhuriyeti anlamak için, İstiklal Hârbi ile birlikte bir Falih Rıfkı Atay’a, Hasan Ali Yücel’e, Sabiha Sertel’e, Yakup Kadri’ye, Nihal Atsız’a, Hikmet Kıvılcımlı’ya kadar, bir çok mütefekkirin fikirlerinin ve kültürel eserlerinin bilinmesine ihtiyaç bulunmakta. Bu çeşitlilik, bir bakıma okuyucularda kendi kulvarlarına, bilgi birikimlerine uygun bir tarih benimsenmesine kolaylıkla yol almasına neden oluşturmakta. Ancak hoca hakkında eksik bazı bilgiler de var. Bu noksanlıklardan en mühimi, İlber hocanın yalnızca tarihçi kimliğinin ön plana çıkartılması. Bu bahse gelmişken değinilmesi gerekir ki, kendisinin hoş sohbeti, buradaki eleştirel, kimilerince tahkir edici, (örneğin cahiller, hödükler gibi), bulunan tavrının esasında, kişisel olarak incitici olmayan, hakikate işaret eden yönleri ile topluma sempatik gelen üslubunun olması bir bütün olarak hocayı bir bakıma popüler bir figür haline getirmekte. Bunun sakıncaları da var kuşkusuz, ancak bu başka bir yazı konusu olabilir. Ancak tarih sevgisinin oluşumunda Ortaylı’nın sunduğu katkı çok fazla.
Büyük bir beyin olarak Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü, hariciye vekili olmakla, çok daha nitelikli eser verecek iken, maalesef siyasetin cilvelerini yaşadı. Bir başka büyük tarihçi Prof. Dr. Halil İnalcık ise, yaptığı saha çalışmaları ve derine nüfuz eden yaklaşımları ile ulusal tarih oluşumunun en önemli parçalarındandı. İlber hocamızı değerli kılan, bu bilim insanlarının artık yokluğu ile kitlelere ulaşmada kitle iletişim araçları, konferanslar gibi metodları, yorulmadan, bıkıp usanmadan sahiplenmesi olarak görmek mümkün. Ortaylı kuşkusuz Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (1969), Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümünde nitelikli siyasal/tarih eğitimleri alıp, Chicago Üniversitesinde master çalışmasını Prof. Dr. Halil İnalcık ile yaptıktan sonra “Tanzimat Sonrası Mahalli İdareler” adlı tezi ile doktor, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu” isimli çalışması ile de doçent olup, Viyana, Berlin, Paris, Princeton, Moskova, Roma, Münih, Strasbourg, Yanya, Sofya, Kiel, Cambridge, Oxford ve Tunus Üniversitelerinde misafir öğretim üyesi sıfatıyla ders, seminer ve konferanslar verip, aynı zamanda Rusya Bilimler Akademisi olmak üzere birçok bilimsel kurumda üyeliği bulunmakta ise de, kendisinin zengin bilgi sahibi olmasında bir başka faktör, bu nitelikli eğitim hayatının yanı sıra, gezgin kişiliğinin de bulunmasıdır. Hocanın bu gezgin kişiliğinin bilinmesi için zaman zaman Hürriyet Gazetesinde hafta sonu yayınlanan yazıları dışında, bu seneki çok satanların başında yer alan “Bir Ömür Nasıl Yaşanır?” isimli nehir söyleşi formatındaki kitapla, “Eski Dünya Seyahatnamesi” isimli eserinin okunmasında mühim faydalar bulunmakta.
Kitap incelemesine dair yazımız iki bölüm halinde yayınlanacak olup, Rusya, İskoçya, Finlandiya, Kafkasya, İtalya, İspanya, Endülüs, Çin, Almanya, Hindistan ve Japonya’ya ilişkin kitapta bahsedilen anekdotlara ikinci yazımızda değineceğiz.
Timaş Yayınları tarafından 2017 yılında 12. baskısı yapılan kitap, İlber Ortaylı ve gazeteci yazar İsmail Küçükkaya’nın önsözleri ile başlıyor. Ardından ise 286 sayfalık kitap ile birlikte bir dünya seyahatine bulunduğunuz dar alanda başlıyorsunuz. Dünya gezilerinin nasıl bir zenginlik olduğunu kendi geniş evreninde müseccel kılan hocanın, ilk durağı tarihsel önemini çok vurguladığı ve ecdad toprağı olarak bahsettiği Kırım oluyor. Kırım hakkında bildiklerinize yeni bilgiler ve yeni bakışlar sunuluyor. Meşhur Kırım balından, Yalta Konferansına kadar genişleyen bilgi skalası, Aleksandr Puşkin gibi, Habeş komutanı İbrahim Ganibal’ın bütün yüz çizgilerini torunu olarak taşıyan yazarın en realist büstünün bulunduğu Odessa’ya yol alır. II. Katerina’nın Rusya’ya Odessa’yı hediye etmesi, Odessa opera binasının ihtişamı ile Fransız İhtilali kaçkınlarından ünlü kardinal Richelieu’nun büyük yeğeni Dük Richelieu’unun, ki Potemkin merdivenlerinde büstü de vardır, Odessa’yı ıslâhına kadar geniş bir bilgi havuzu karşınıza çıkıyor.
Ortadoğu bahsi şimdi harap olan Halep ile başlıyor. Halep’i gören birisi olarak şanslı olan Ortaylı, Halep’te “Sahat El Hattap” denilen semtteki Osmanlı döneminin en güzel taş konaklarından, 18. asrın “Beyt Vekil”, 16. ve 17. asıra ait “Beyt Gazali” ve bir Hristiyanın oturduğu “Beyt Açıkbaş”a, şehrin tüccarlarından George Antaki’nin dedelerinden kalma konağına kadar dönemin Halep’i ile İstanbul’un konaklarını mukayese ediyor. Burada bir parantez açmak gerekirse, bahse konu seyahatname eseri, belirli bir kronolojik dizilim içermiyor. Dolayısıyla okunan bir gezi yazısı, kimileyin mevcut tarihsel yapı ile eş zamanlı olarak okunamıyor. Maalesef Halep şu an harap ve bu konakların akibetleri de artık meçhul. Bu duruma Ortaylı’da açıklık getiriyor.
“…Eski Dünya Seyahatnamesi rastgele bir isim değil. Balkanlar ve Ortadoğu’nun henüz eski havasını muhafaza ettiği günlerdeki gezilerimi içeriyor… Benim eski dünyam, bugün artık değişiyor.”
Sonra sıra Lübnan’a geliyor. 1967 yılı Lübnan’ında matbaalar ve kitabevlerinin şıklığı ile casinoların hali bize Ortadoğu’nun Paris’i sıfatının boşuna verilmediğini düşündürtüyor. Tabi ki o da eski zamanlarda. Sonra bir başka Ortadoğu yurdu, Ürdün çıkıyor. Fakir ama güzel bu ülkede gezilen dönemlerin ortaçağı aratmadığı, devlet adamı kıtlığı ile üretim düşüklüğünün ve yurttaşlık bilincinin eksikliğinin, ortadoğu coğrafyasına getirdiği faturalardan bahsediliyor. Buna ek olarak da meşhur 6-7 gün savaşları ile de bu talihsiz kaderin sonuçları daha da artıyor. Kudüs’e uzanıyoruz.
Sadece 19. asırda basılan beş bine yakın seyahatname ve fotoğraf kolleksiyonlarındaki zenginlikte gösteriyor ki, Kudüs tüm semavi dinlerce kutsal olması ile birlikte, coğrafyanın en zengin kentlerinden de. İşte bu Kudüs’ün bizim için anlamını bilmek için, Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” isimli eserini de bilmek gerekiyor. Falih Rıfkı Atay’a göre “Kudüs, dini oyunlaştıran bir garp tiyatrosudur.” Hocaya göre ise, Yahudi-Arap çatışmasını bilmek için hazırcı ve kalıpçı kafadan uzaklaşmak gerekiyor. Ezcümle Ortaylı, Arap ve Ortadoğu coğrafyasını coğrafi ve kültürel olarak bu kadar yakın olmamıza karşın tanımadığımızı haklı olarak belirtiyor. Daha dün terk ettiğimiz bir sahayı, bir kavmi ve bölgenin dillerini bilmemek, uzmanlara sahip olmamak, olanların da bu dünyadan gittikçe yerine yenisini yetiştirmemek tüm medeni dünyada ayıp olarak karşılanıyor.
Batı dünyası kapısında ise Girit, hoca için çok önemli yer tutuyor. Zira, tarihimiz için önemli bir kent olmakla birlikte Girit’e başlı başına Elen demek ne kadar doğrudur, işte bunlar kitapta yer alıyor. Osmanlı’nın Girit’i 24 yıl süren uzun muhasarası, 1669’da bugünkü “Heraklion” denilen Kandiye’nin komutanı General Morosini’nin kaleyi “vira” ile teslim etmesi ile bitiyor. Girit Savaşı barok kalelerin ele geçirildiği, Osmanlı askeri mühendisliğinin geliştiği bir savaştır. Girit ve Kıbrıs’ın Türklerin elinde olması Mısır ve Hicaz mıntıkasının kontrol ve emniyetini de sağlaması bakımından önemlidir. Ve Girit’ten bahsedilince Venedik ile birlikte en önemli konu başlığı, 1912-1913 Balkan Bozgunu yıllarında yaşanan göç ile birlikte 1923 yılında sonuçları zaman zaman dramlara vesile olan “mübadele” oluyor. Girit’e gidince mübadele hikayelerine bir çok yerde tesadüf etmeniz mümkün zira. Girit, pek bilinmese de bizim tarihimiz için aynı zamanda Sadrazam Mehmet Emin Ali Paşa’nın ilk kez Fransız Medeni Kanunundan söz ettiği yer olarak da biliniyor. Ondan sonra yaşanan Hristiyan ve Müslüman nüfus arasındaki şiddetli çatışmalar ve Berlin Kongresinden sonra ise Hindistan ve Mısır güzergahını emniyete almak için Girit’te Yunanistan’ın tercihi, kitapta bahsedilen diğer yönler. İlber Hoca’ya göre, Knossos harabelerini, Minos uygarlığını bilmek için, yanısıra da artık bizim için hoş bir hatıra olarak kalan bu adayı mutlaka gezmemiz ve öğrenmemiz gerekir.
Selanik ise yine hocanın seyahatnamelerinin önemli duraklarından bir başka Yunan kentidir. Ama bir o o kadar da aslında bizim bir kültürümüzdür. Atatürk’ün, büyük kurtarıcının, beyaz kulenin bulunduğu yerlerdeki kafe ve lokantalarda toplanıp, iktisadi ve içtimai nazariyeleri ve tarih bilgisini edindiği güzel kenttir, üstelik İzmir ile panoromik/pitoresk olarak hep mukayese edilir. Bahsedilen Arnavutluk ya da başkent Tiran ise, tarihsel olarak Enver Hoca döneminin kentidir. Sonrasında benim de ziyaret ettiğim bu yerde, artık Enver hoca sevilmeyen bir figür olarak anılmaktadır. Ortaylı’nın bahsettiği o dönemde operaya gösterilen ilgi, meydandaki havuzun kenarına kümelenen gençlerin gelen yabancılara laf atmaları, büyükelçi olarak yazar Yakup Kadri’nin “Zoraki Diplomat” anı eseri ile Mussolini’yi matrağa alan cesur yazıları işte hep Tiran bahsinde Ortaylı’nın zengin değinileridir. Zaman ne var ki, artık akışkanlığını göstermektedir. Yani Arnavutluk, taşra kentleri ve köyleriyle bu dünyanın sevimli bir pazarı olarak görülür, günümüzde ise fakir bir Avrupa kenti şeklindedir.
Seyahatname yolculuğunda hızlıca Makedonya ile Bosna’dan yol alınarak bir başka bizden çok parça taşıyan Macaristan’a geçiyoruz. Sultan Süleyman’nın kalbinin nerede gömülü olduğundan, Buda ve Peşte arasındaki farka, bizim Murat Paşa’nın aslında 1848 yılında özgürlük için ayaklanan ve General Bern meydanında büyük bir heykeli de bulunan General Bern olduğuna dair geniş bilgileri edindikten sonra, o kadim uygarlığa İran’a, İsfahan’a gidiyoruz. İsfahan yani dünyanın yarısı olarak kabul edilen “nısf-ı cihan”, benim de çok sevdiğim dünyanın en ihtişamlı meydanlarından birisine sahiptir, yani Nakşı Cihan’a, bir diğer deyişle dünyanın nakışına. Sadece o mu? Nehir üstünde İtalyan Rönesans’ının etkilerini taşıyan “Sisepol” yani “33 Kemerli köprü” ile Hacıpol’da bulunan İsfahanlıların şehirlerini ne kadar sevdiklerini görüyoruz. Tahran, kitap satan yerlerin zenginliği, Franco İspanyası ya da Büyük Petro Rusyası ile ilgili cilt cilt kitap zenginlikleri, sineması, poemleri ile bu zengin uygarlığın, kentsel dışavurumları olarak görünüyor. İran, yani o kâdim uygarlık, Ortaylı’nın yazılarıyla ışıl ışıl parlıyor. Anadolu’da Bandırma civarında Daskyleion, yani Hisarlık Tepe mevkiindeki harabe, Frigyalıları yöneten İran satrabının kenti, göl kenarına, Ortaylı’nın kalemi ile kadim Farsi dünyadan günümüze taşınıyor. Tarih, yalnızca tarihi olmaktan çıkıyor. Güncel kültür, geleneğe yaslanarak, ileriye, bilimsel düşünüşe imkan verir hale geliyor, Ortaylı seyahatnameleriyle Evliya Çelebi’nin izini sürdükçe. (Devam edecek…)
- İlber Ortaylı – Eski Dünya Seyahatnamesi
- Timaş Yayınları
- 286 sayfa.