Bir anne olmak ve bir annenin çocuğu olmak, doğmak ve ölmek, görmek ve görülmek, bilmek ve bilinmek… Jessie Greengrass, Bakış’la tüm bu parçaları ustalıkla bir araya getiriyor. Zarif, şiddetli, zekice bir anlatı bu, başkalarını nasıl gördüğümüze ve kendimizi nasıl tanıyabileceğimize dair kapsamlı bir keşif. Jessie Greengrass’la Bakış’ı ve yazarlığını konuştuk…
Bakış çok farklı hikâyelerden beslenen orijinal bir metin. Yazım süreci nasıldı?
Sanırım sabit bir yazım sürecine sahibim. Hikayeye en başından başlayıp sonuna doğru ilerliyorum. Bazen yanlış ve hiç yardımcı olmayan bir yöne doğru ilerliyor yazdıklarım ve o zamanlar geriye dönüp düzeltme yaptığım oluyor ama onun dışında söylediğim gibi. Bakış’ı kaleme almadan önce araştırmamı yapmış ve notlarımı almıştım. Hikayeye ne koymak istediğimi biliyordum. Bu yüzden tıkandığım zamanlar başka bölümlere geçerek o kısımları yazabildim.
Anne olmak ve bir annenin çocuğu olmak, görmek ve görülmek kadar kitabın ana aksında yer alan temalar. Karakterlerini yaratırken ve tarihten seçerken bireysel deneyimlerin seni ne kadar yönlendirdi?
Bakış’ı yazarken bir bebeğim vardı ve bu kaçınılmaz şekilde kitapta kendine yol buldu. Diğer romanlarda olduğu gibi içinde kendi yazarından parçalar bulunuyor. Kendi deneyimlerimi, düşüncelerimi, duygularımı onları değiştirerek kullandım.
Kendi annelik hikâyenle romandaki isimsiz kahraman ve annesinin hikâyesi arasında bir bağ kurmak mümkün mü?
Onlarla aramda bir ilişki kurduğumu düşünmüyorum. Onları insan olarak düşünmüyorum, onlar daha çok hikayenin bir parçası ya da söylenmek istenen şeyler. Onların kendilerini ifade etmek için kullandıkları fikirler tam olarak bana ait değiller. Bir etki yaratmak için söylemelerini istediğim şeyi söyletiyorum. Bir hitabet gibi.
İlk romanla böyle başarılı olmak diğerlerini yazarken seni zorlamayacak mı? Gelecekte Jessie Greengrass okurlarını neler bekliyor?
Bu beni kesinlikle çok endişeli hissettiyor! Ama eninde sonunda ne yazabiliyorsam onu yazarım. Belki kalanı korkunç olur. Öğrenmenin tek yolu devam etmek.
Bilim tarihini bahsettiğimiz kavramların yanında, onları ve hikâyeyi destekleyecek şekilde nasıl romana yerleştirdiğinden bahseder misin?
Üç tarihsel hikaye de kendi içerisinde bütün ve ilgi çekici ama üçü de kendini anlatma, kendini bilme ve kendi içine görme -hem gerçek anlamda hem de mecazi anlamda- ile ilgileniyor. Ana karakter, hem anne olarak hem de evlat olarak bu farklı noktaların birbiriyle nasıl bağdaştığını görmek için kendini anlamaya çalışıyor. Sonunda, bütün hikayelerin kendini keşfetmenin insanlığın temel bir parçası olduğu yönünde eğilimler içerdiğini düşünüyorum.
Yazma eylemine başlamanızdan bugüne kadar sizin için en çok zorlayan ne oldu? Okur, dil, yaratıcılık, yayın süreci…
Evrensel olan bir problem olan yazmaya zaman bulmak sanırım. İki tane küçük çocuğum var o yüzden bunu onların etrafında şekillendirmem lazımdı, benim için en zorlayıcı şey buydu.
Şehir olarak Londra, sokakları ve müzeleriyle adeta bir karakter olarak romanda boy gösteriyor. Yazım sürecinde şehirle ilişkin nasıldı?
Bakış’ı yazarken doğup büyüdüğüm şehir Londra’dan ayrılmaya hazırlanıyordum. Ayrılmaya çok hazırdım fakat evime çok bağlıydım ve Bakış’ta şehirde tanıdık gelen ve en iyisi olan yerler hakkında yazarak Londra’ya hoşça kal diyordum.
Cambridge ve Londra’da aldığınız felsefe eğitimi yazım dilinize nasıl bir katkı sağladı? Bilim tarihinin de etkilerini göz önünde bulundurarak disiplinler arası geçişlerin sizi nasıl beslediğini merak ediyorum.
Fikirlerle ilgilenen biriyim. Yaptıklarını açıklama biçimlerini ve nasıl düşündüklerini merak ediyorum. Analiz etme hobisinden gelen yazış biçimimde bir içsellik var sanırım. Dışardaki şeyleri tanımlayan kitaplara hiç ilgim yok. Eminim yıllarca Plato, Hume ve Kant’a maruz kalmak bunda geniş bir rol oynamıştır. Ya da zaten bunlara ilgim olan biri olmasaydım en başta felsefeyi tercih etmezdim sanırım.
İsimsiz bir anlatıcı seçmenizdeki sebep neydi? Belli bir karakter olmasının dokuyu bozacağını mı düşündünüz?
Gerçekten metin yazılırken kendiliğinden ortaya çıkan bir şeydi. İçsel bir monolog aslında. Kendim hakkında düşünürken adımı kullanmam. Eğer “Ben, Jessie Greengrass, anlatıcı, bu sabah reçel yemek istiyorum.” diye düşünsem çok garip olurdu.
William ve John Hunter kardeşlerin hikâyesi üzerinden beden imgesi bambaşka bir noktaya taşınıyor. Kurduğun bu bağı biraz açıklamak ve beden imgesinin hikâyedeki karşılığını anlatmak ister misin?
Hunter kardeşler, özellikle John, devrimci anatomi uzmanıydılar. John, karanlık çağlardan beri batıl inanç olan batı tıbbını bilimsel duruma koymaya çalıştı ama sadece birkaç tereddütle kaldı. İnsanlar ve kendisi üzerinde hiç düşünmeden deneyler yaptı. Kardeşi William, hamileliğin anatomisini detaylı olarak anlatan bir kitap fikrine sahip doğum uzmanıydı. Ve birlikte, ailesi ölülerini gömmeye parası yetmeyen kadınları satın alarak üzerlerinde deneyler yaptılar. Bir sanatçıya basım için sonuçları çoğaltması adına para ödediler. Sonuçlar şaşırtıcıydı. Bir tanesinde, deney odasının camından yansıyan fetüsü kaplayan zarı görebiliyorsunuz. Kuşkusuz, bu yapılan ilk başarılı sezaryen çalışmasıydı ama kullanılan kadın bedenleri yok oldu.
İsimsiz kahramanımızın annesinin ölümü, onun için bir kırılma noktası oluyor. Hayat kadar ölüm de bu romanın merkezinde. Ölüm senin için ne anlama geliyor?
Basit cevap şu ki bilmiyorum, kafamı meşgul eden bir bilmeyiş. Açıkçası; birinin ölümü sevdiklerine, arkadaşlarına göre farklı bir anlam içerir. Romandaki anlatıcı, annesinin ölümünden önce annesine onu etkileyen ölüm kadar değer veriyordu. Yeni doğan bir bebeğe be ölen bir insana değer vermek anlık olarak hem benzer şeyler hem de çok farklı şeyler olabilir.
Bakış için okuyucunun kendisini tanıyacağı, sorgulayacağı bir metin diyebilir miyiz?
Sanırım öyle. Okurun bam teline dokunmak istedim. Umarım üzerine düşünülecek bir metin olmuştur…
Günümüz toplumunda kadının yeri üzerine bir şeyler söylemek ister misin? Görmek ve görülmek temasının tetikleyicileri arasında başı çekiyor çünkü, hem annelik hem kadınlık.
En azından Birleşik Krallık’ta annelik konusunda anlaşmazlık yaşadığımızı düşünüyorum. Kadınları çocuk doğurmadan önceki halleriyle doğurduktan sonraki hallerinin aynı olmasını istiyoruz ve eğer kadınlar çocuk sahibi olamıyorsa ya da olmak istemiyorsa onlara herhangi bir baskıda bulunulmuyor. Konunun karmaşıklığı hakkında, hem muhteşem hem de acımasız olabiliyor, çok düşünmek istemiyoruz. Ve yazmayı en çok istediğim konulardan birisi kadının anne olma konusunda kendini belirsiz hissetmesi. Böyle bir belirsizliği konuşmak radikal bir davranış gibi hissettiriyor ve hâlâ eskiye ve çocuğun kadının işleyişi olduğuna inanıyoruz. Çocuksuz bir adam, adamdır ama çocuksuz bir kadın problemdir!
Son olarak Türkiye’de yaşayan okurlarınıza ne söylemek istersiniz?
Aslında herkese aynı cümleyi kuruyorum, tekrarlamış olayım: Okumak için kitabımı seçtiğiniz için inanılmaz şaşkın ve minnettarım.