Julio Cortázar. Kimilerine göre Latin Amerika edebiyatının en büyük yazarı. İspanyolca edebiyatın en yaratıcı yazarlarından biri olduğu kuşkusuz. Adı gerçek edebiyat tutkunlarının yüreğini titreten, has edebiyatla özdeşleşmiş bir yazar o. Ülkemizde yazdıklarına çok yakın, nitelikli bir okur çevresi var. Hayatının büyük bölümünü sürgünde, Paris’te sürmek zorunda kaldı. İspanyolcadan başka tek sözcük yazmadı. Üstelik gerçek bir enternasyonalist. Latin Amerika’nın siyasal acılarını derinden yaşadı, paylaştı. Bu söyleşi, Jason Weiss tarafından yapılmış, Latin American Writers at Work (2003) adlı kitapta yayımlanmıştır.
Son yıllarda zamanınızın çoğunu Latin Amerika’daki bağımsızlık mücadelelerini desteklemekle geçiriyorsunuz. Bu durum gerçekle fantastik dünyayı birbirine daha çok yakınlaştırmanıza yardımcı olup, sizi daha ciddi bir insan haline getirdi mi?
Ben “ciddiyet” fikrini pek sevmiyorum, çünkü ciddi bir insan değilim. En azından, ciddi adam ya da ciddi kadın dediğimizde kastettiğimiz anlamda ciddi biri değilim. Ama şu son birkaç yılda, Arjantin, Şili, Uruguay, hepsinden öte Nikaragua gibi Latin Amerika rejimleri konusunda gösterdiğim çabalara öylesine kaptırdım ki kendimi, birkaç öykümde bu konulara değinirken fantastik anlatımı gerçekliğe çok yakın bir biçimde kullandım bence. Bu yüzden, eskisi kadar özgür hissetmiyorum kendimi. Demem o ki, otuz yıl önce aklıma ne gelirse yazar, yazdıklarımı da sadece estetik ölçütlere göre değerlendirirdim. Şimdi, her şeyden önce bir yazar olduğum için yine estetik ölçütlere göre değerlendirmeye devam ediyorum, ama ben artık acı çeken, kafası Latin Amerika’daki durumla son derece meşgul olan bir yazarım. Dolayısıyla bu endişe bilerek ya da bilmeyerek yazılarıma da sızıyor. Aslına bakılırsa, ideolojik, politik sorunlara açık bir biçimde atıflarda bulunmasına karşın, hikâyelerim özü itibariyle hep aynı kaldı. Bunlar hâlâ fantastik hikâyeler. Taraflı, bugünkü deyişle angaje, bir yazar için sorun yazarlığa devam edebilmektir. Eğer yazdıkları politik bir içerik taşıyan basit bir edebiyata dönüşürse, bu alelade bir durum olur. Birçok yazarın başına gelen de budur şimdiye kadar. Yani asıl mesele dengeyi kurabilmektir. Bana gelince, benim yaptığım şey her zaman için edebiyat olmalı, elimden gelenin en iyisini yapmak… hatta mümkün olanı da aşmak olmalı. Ama aynı zamanda, bu yazıları güncel gerçekliklerle harmanlamak. İşte bu dengeyi kurmak çok zor. Deshoras kitabımda farelerle ilgili olan, aslında Arjantin gerillalarına karşı verilen mücadeleyi anlatan “Sataras” adlı öyküyü yazarken, asıl amacım sadece politika düzeyine bağlı kalmaktı.
Bu tür öykülerinize ilişkin ne gibi tepkiler aldınız? Edebiyat çevresinden aldığınız tepkilerle politika çevresinden aldığınız tepkiler arasında çok fark var mıydı?
Elbette vardı. Latin Amerika’da politikayla hiç ilgilenmeyen burjuva okuyucular ya da sağcıların safında olan okuyucular benim zihnimi kurcalayan sorunlara, yani sömürü, baskıcılık gibi konulara hiç aldırmıyor. Bu insanlar yazılarımın çoğu kez politik bir hale gelmesine hayıflanıyor. Ama onların dışında, benimle aynı duyguları, aynı mücadele ihtiyacını paylaşan gençlerle edebiyat âşığı olan okuyucular bu yazılarımı da seviyor. Kübalılar “Meeting”i beğeniyor. “Solentiname’da Kıyamet”i de Nikaragualılar tekrar tekrar büyük bir zevkle okuyor.
Politikayla bu kadar ilgilenmenize yol açan şey nedir?
Latin Amerika’daki ordu benim işime daha sıkı sarılmamın asıl nedeni. Onlar çekilmiş olsaydı, bir değişiklik olsaydı, o zaman biraz durulup dinlenir, yalnızca yazınsal nitelik taşıyan şiirler, öyküler yazardım. Ama şu durumda bana işleyecek malzeme veren şey bu ordu.
Fantastik dünyaya olan ilginiz ne zaman başladı? Çok gençken mi?
Çocukluğumda başladı. Sınıf arkadaşlarımın çoğunda fantastik duyusu yoktu. Her şeyi oldu gibi kabulleniyorlardı… bu bir bitkidir, şu bir koltuktur. Ama benim için, nesnelerin o tanımları yeterli değildi. Annem, ki hâlâ hayatta, hayal gücü kuvvetli bir kadındır; beni her zaman teşvik etti bu konuda. “Hayır, böyle olmaz; ciddi olmalısın,” demek yerine hayal gücümü kullandığım için memnundu. Fantastik dünyaya yöneldiğim zaman bana kitaplar vererek yardımcı oldu. Edgar Allan Poe’yu ilk okuduğumda henüz dokuz yaşındaydım. Kitabı gizlice alıp okudum, çünkü annem onu okumamı istemiyor, bunun için fazla küçük olduğuma inanıyordu. Haklıydı da. Kitap beni gerçekten korkutmuştu da, üç ay boyunca hasta gibi dolaşmıştım; çünkü yazılanların gerçek olduğuna yürekten inanmıştım, Fransızların deyişiyle dur comme fer.. Fantastik öğeler bana göre tamamen doğaldı. Bundan en ufak bir kuşku duymamıştım. Hayatta her şey zaten öyleydi. O tür kitapları arkadaşlarıma verdiğimde, “Yok, biz Kovboy öykülerini tercih ediyoruz,” diyorlardı. O zamanlar kovboylar epeyce tutuluyordu. Buna da anlam veremiyordum. Ben doğaüstü, fantastik dünyayı yeğliyordum.
Yıllar sonra Poe’nun bütün eserlerini çevirirken öylesine ayrıntılı bir okuma yaparken yeni şeyler keşfettiniz mi?
Hem de pek çok şey. Poe’nun dilini keşfettim, İngilizler ile Amerikalıların aşırı süslü bularak eleştirdiği dilini. Ben İngiliz ya da Amerikalı olmadığım için bambaşka bir bakış açısıyla yaklaşabildim. Evet, çok eskimiş, abartılmış bazı taraflar var, ama onun dehasının yanında bunların lafı bile olmaz. O zamanlarda, “The Fall of the House of Usher”, “Ligeia”, “Berenice”, “The Black Cat” gibi öyküleri yazmış olması doğaüstü, fantastik öğeler konusunda tam bir dahi olduğunun göstergesi. Dün Edgar Allan Poe Caddesi’nde bir arkadaşımı ziyaret ettim. Sokakta bir tabelada, “Edgar Poe, İngiliz Yazar” yazılıydı. O İngiliz değildi ki! O yazının değiştirilmesi gerek. İkimiz de buna itiraz edeceğiz.
Yazınızda fantastik öğelerin yanında karakterlerinize karşı gerçek bir samimiyet, bir sevgi hissediliyor.
Bir çocuk, bir de ergen karakterlerime karşı tam bir sevecenlik besliyorum. Romanlarımda, öykülerimde kanlı canlı olduklarına inandığım için büyük bir sevgiyle yaklaşıyorum onlara. Yazdığım öyküdeki karakter bir ergense, yazarken o ergen ben oluyorum. Yetişkin karakterlerde durum daha farklı.
Bunun nedeni yazılarınızın otobiyografik olmasını istememeniz mi?
Otobiyografiyi sevmiyorum. Anılarımı yazmayı asla düşünmüyorum. Başkalarının otobiyografisi ilgimi çeker, ama kendiminki değil. Böyle bir şey yazacak olsam hep gerçekçi, dürüst olmam gerekir. Hayal ürünü bir otobiyografi yazamam. Böyle olunca da bir tarihçiden farkım kalmazdı, kendi tarihini yazan bir tarihçi. Bu da beni sıkar doğrusu; çünkü ben yaratmayı, hayal etmeyi seviyorum. Elbette, kafamda bir roman, bir öykü fikri doğduğu zaman kendi hayatımdan bazı durumlar, anlar çok tabii bir biçimde gelip o bağlama yerleşiyor sık sık. “Deshoras” adlı öykümde, arkadaşının ablasına âşık olan delikanlı fikri aslında otobiyografik bir duruma dayanır. Yani öykünün küçük bir parçası otobiyografiktir, ama o noktadan sonra baskın olan şey fanstastik ya da hayali öğelerdir.
Öykülerinizi yazmaya nereden, ne ile başlarsınız? Belli bir giriş, bir fikir var mıdır?
Romanlarımı, öykülerimi herhangi bir yerden başlatabilirim. Yazma sürecine gelince, ben yazmaya başlamadan uzun bir zaman önce, bazen birkaç hafta önce öykü zihnimde belirip oluşmaya başlamıştır zaten. Ama tam olarak açık değil de, öykü hakkında genel bir fikir olarak zihnimde canlanır. Bir köşesinde kırmızı bir bitki duran bir ev, bu evin içinde dolaşıp duran bir adam, sözgelimi. Tek bildiğim budur. Böyle gelir fikirler. Sonra rüyalar başlar. Bu fikir oluşumu aşamasında rüyalarım yazacağım öyküde neler olacağına dair ipuçlarıyla, imalarla doludur. Hatta bazen bütün bir öyküyü görürüm rüyamda. İlk ve en sevilen öykülerimden bir olan “House Taken Over” aslında gördüğüm bir kâbustur. Hemen uyandım, o kâbusu yazdım. Ama rüyalarımda gördüklerim çoğunlukla bölük pörçük ipuçlarıdır. Yani, bilinçaltımda öykü işlenmektedir; ben rüya görürken, zihnime yazılır o öykü. İşte her yerinden başlayabilirim dememin nedeni o anda öykünün başını, sonunu henüz kestirememiş olmamdır. Yazmaya başladığım zaman orası öykünün başı olur. Orada başlamasına daha önceden karar vermemişimdir; öylece birden başlar, devam eder. Çoğu zaman da sonu hakkında belirgin bir fikrim yoktur, neler olacağını bilemem. Olaylar öykü ilerledikçe yavaş yavaş belirginleşir, sonra birdenbire öykünün sonunu görüveririm.
Öyküyü yazarken keşfediyorsunuz yani?
Evet öyle. Cazdaki doğaçlamaya benziyor bu. Bir cazcıya, “Ne çalacaksınız?” diye soramazsınız, yoksa size güler. Bağlı kalmak zorunda olduğu belli bir teması, bir akor dizisi vardır onun. Ardından trompetini ya da saksofonunu alır, çalmaya başlar. Bu tasarlanmış bir şey değildir. İçinden gelen çeşitli titreşimlere uyarak çalar. Bazen çok iyi bir şey çıkar ortaya, bazen de pek parlak olmaz. Aynı şey benim için de geçerli. Öykülerimin altına imza atmaya çekindiğim zamanlar olur. Ama romanlarda öyle değil, onlar üzerinde çok çalışırım. Bütün yapıyı kurarım. Öykülerimiyse, sanki onları bana içimdeki bir şey söyleyip yazdırıyormuş gibi yazarım, sorumlusu ben değilimdir. E tabii, böyle bile olsa onlar benim öykülerim, kabullenmem gerek!
Öykü yazmanın size her zaman sorun yaratan belirli tarafları var mı?
Genelde yok. Dediğim gibi, öykü içimde bir yerlerde yazılmıştır zaten. bütün boyutları, yapısıyla belirmiştir; çok kısa bir öykü mü, yoksa epeyce uzun bir öykü mü olacağı, her şey sanki önceden kararlaştırılmış gibi. Sayfanın önünde daha çok düşünürüm. Yavaş yavaş yazarım. Daha ihtiyatlı biçimde, kısa ve öz yazarım. Kimi eleştirmenler bu yüzden bana serzenişte bulunuyor, öykülerimdeki o esnekliği giderek kaybettiğimi söylüyorlar. Söylemek istediğimi daha tutumlu biçimde söyler oldum. Bu iyi mi, kötü mü bilmiyorum. Her durumda, bu benim yazma biçimim.
Romanlarla ilgili olarak bütün bir yapıyı kurmaktan söz ediyordunuz. Roman yazarken bambaşka bir çalışma yürüttüğünüz anlamına mı geliyor bu?
Hopstock romanı için yazdığım ilk parça şimdi kitabın ortalarında bir bölüm. Karakterlerin bir apartmanın penceresinden ötekine geçebilmek için pencereler arasına kalas yerleştirdikleri bölümdü bu. Ne için yazdığımı bilmeden yazmıştım. Karakterleri, Buenos Aires’te yaşanan durumu kendim görmüştüm. Hatırlıyorum da, çok sıcak bir gündü, ben de önümde daktilomla pencerenin yanında oturuyordum. Bir adamın karısını kalasın üstünden yürütmeye çalıştığını gördüm; kendisi gitmiyor, onu gönderiyordu saçma sapan bir şey aldırmak için, çivi aldırmak için. Bu gördüklerimi uzun uzun yazdım, kırk sayfa kadar. Bitirdiğimde kendime sordum: “Tamam, güzel de, ben ne yazmış oldum şimdi? Öykü desem değil. Peki ne o zaman?” Sonra farkına vardım ki roman yazmaya başlamışım; ama o noktadan devam edemezdim. Yazdıklarımı orada durdurup geriye dönmem, olaydan önce Paris’te geçen bütün bir bölümü, Oliviera’nın tüm geçmişini yazmam gerekti. Öncesini yazıp bu kalas üstünde yürüme bölümüne geldiğimde kaldığım yerden devam ettim.
José Lezama Lima’nın Paradiso kitabında Cemí diyor ki: “Barok… İspanya ile İspanyol Amerika’da en ilgi gösterilen tarzdır.” Sizce bunun nedeni nedir?
Buna uzmanca bir yanıt veremem. Barok, Latin Amerika’da hem güzel sanatlar hem de edebiyatta epeyce önemli. Birçok zenginlik, canlılık sunabilir. Hayal gücünü serbest bırakıp sayısız sarmal doğrultuları içinde yükselip coşmasını sağlar, tıpkı süslü melek heykelleriyle donanmış kiliselerle barok müzikte de gözlemlediğimiz gibi. Ne var ki ben barok tarza pek güvenmiyorum. Barok yazarlar kendilerini kolayca kaptırıyor yazıya. Tek bir sayfaya pekâlâ sığdırılabilecek bir şeyi beş sayfa boyunca uzatıyorlar. Latin Amerikalı olduğum için ben de barok tarza kapıldım çoğu zaman ama ona her zaman kuşkuyla yaklaştım. Sıfatlar, betimlemelerle dolu olan, okuyucunun kulağına mırıl mırıl durmadan konuşan tumturaklı, uzun cümleleri sevmiyorum. Bunların çok büyüleyici, çok güzel olduğunu biliyorum elbette, ama bana göre değil. Ben daha çok Jorge Luis Borges’in tarafındayım. O oldum olası bir barok düşmanıdır. Kerpetenle sıkar gibi sıkıştırır, kısaltırdı yazılarını. Evet, ben Borges’den çok farklı bir biçimde yazıyorum, ama ondan öğrendiğim en önemli şey tutumluluktur. Çok genç yaşta onun eserlerini okumaya başladığımda, söylemek istediklerimizi tutumlulukla, ama güzel bir tutumlulukla, yazmamız gerektiğini öğretti bana. Bu fark belki de, sayısız yaprağıyla çok güzel görünen, barok tarzda kabul edilen bir bitkiyle değerli bir taş, diyelim kristal arasındaki farka benzetilebilir. Bana göre değerli taş daha güzeldir tabii.
Latin Amerika sorunlarının farkına varmanızı sağlayan şeyin Küba devrimi olduğunu sık sık belirtiyorsunuz.
Evet, şimdi de aynı şeyi söylerim.
Yazı yazarken özellikle tercih ettiğiniz yerler var mı?
Yok aslında. En başlarda, daha gençken çevre şartlarından pek etkilenmezdim. Örnekse, Hopscotch’ un büyük bir kısmını burada, Paris’in kahvelerinde yazdım. Gürültüden hiç rahatsız olmuyordum, aksine çok da sevimli bir yerdi. Orada çok çalışabiliyordum, okuyor yazıyordum. Yaşım ilerledikçe kafası daha karışık bir adam oldum. Ancak kesin bir sessizlik ortamı bulduğumda yazabilir oldum. Müzik sesi varsa, yazmam mümkün değil; ondan tamamen uzak olmalıyım. Müzik başka şey, yazmak başka şey. Belli bir sakinlik gerek bana. Ama bununla birlikte, otelde, havaalanında, bir arkadaşımın evinde ya da burada kendi evimde yazabilirim yazılarımı.
Biraz da Paris’ten söz edelim. Otuz yıl kadar önce toplanıp Paris’e taşınma cesaretini size veren şey neydi?
Cesaret mi? Bunu yapmak pek cesaret istemiyordu. Yapmam gereken şey şu gerçeği kabullenmekti: o zamanlarda Paris’e gelmek, Arjantin’le bütün bağlarımı koparmak, çok yoksul bir hayat sürmek, geçinebilmek için birçok sorunla boğuşmak anlamına geliyordu. Ama bu beni endişelendirmedi. Öyle ya da böyle başarabileceğime inandım. Paris’e gelmemin en temel nedeni, Paris’in, bir bütün olarak Fransız kültürünün bana gerçekten çekici görünmesiydi. Arjantin’de Fransız edebiyatı eserleri okumuştum. Dolayısıyla burada olup kitaplarda, romanlarda sözü geçen caddeleri, yerleri görüp tanımak istedim. Balzac’ın, Baudelaire’in sokaklarında yürümek… öylesine duygu dolu bir yolculuktu. Romantik bir adamdım, yani adamım. Aslında yazarken bir hayli dikkatli olmam gerekiyor, çünkü sık sık dağıtıyorum… Buna zevksizlik demeyelim de, biraz abartılı bir romantiklik belki. Özel hayatımda kendimi dizginlemek zorunda değilim. Gerçekten çok duygusal, çok romantiğim. Sevecen bir insanım; verebileceğim büyük bir şefkat var içimde. Nikaragua’ya sunduğum şey şefkatimdir. Sandinistaların yaptıkları şeylerde haklı oldukları, takdire değer bir mücadele yürüttükleri yönündeki politik kanaatimin de etkisi var tabii; ama hissettiklerim sadece politik bir dürtü değil, müthiş bir duyarlılıktır. Çünkü benim sevdiğim şey oradaki halk; tıpkı Kübalıları, Arjantinlileri sevdiğim gibi seviyorum onları. İşte bütün bunlar benim kişiliğimin parçası. Yazarken hep kendime hâkim olmam gerekmiştir, hele de gençlik yıllarımda. Acıklı şeyler yazdım o zamanlar; tam anlamıyla romantizmdi, roman rose. Annem onları okuyup ağlardı.
Bilinen eserlerinizin nerdeyse tümü Paris’e gelişinizden sonraki zamanlara dayanıyor. Ama aslında gelmeden çok önce başlamıştınız yazmaya, değil mi? Hatta birkaç tanesi de yayımlanmıştı.
Dokuz yaşımda başladım yazmaya, bütün ergenlik, erken gençlik yıllarımda da devam ettim. Erken gençlik yıllarımda öyküler, romanlar yazabiliyordum; bu da doğru yolda olduğumu gösteriyordu. Ama yayımlatmak istemedim. Kendime karşı haşindim, hâlâ da öyleyim. Hatırlıyorum da akranlarım birkaç şiir ya da kısa bir roman yazınca hemen bir yayınevi aramaya başlardı. Ben de kendime, “Yok, sen yayımlatmayacaksın, bu konuda anlaşalım,” derdim. Yazdıklarımdan bazılarını yazdım, ötekileri attım. İlk kitabım yayımlandığında otuz yaşımı geçmiştim; Fransa’ya gelmeden hemen önceydi. İlk öykü kitabımdı Bestiaro; 1951 yılında yayımlanır yayımlanmaz, ben aynı ay içinde gemiye atlayıp buraya geldim. O kitaptan önce Los Reyes adlı kısa bir diyalog metnim yayımlanmıştı. Epeyce paralı olan, hem kendisi, hem de arkadaşları için basım yapan bir ahbabımın yaptığı özel bir baskıydı o; ama tümü bu. A, hayır, bir tane daha vardı, bir gençlik hatası: bir sone kitabı. Onu kendim basmıştım, ama takma bir adla.
Yeni çıkmış Trottoirs de Buenos Aires adlı tango albümünün söz yazarısınız. Tango sözleri yazmaya nasıl başladınız?
Ben tam bir Arjantinliyim. Her şeyden öte bir porteño’yum, yani bir liman kenti olan Buenos Aires’tenim. Tango bizim müziğimizdi; bir tango havası içinde büyüdüm ben. Radyoda dinlerdik tangoları. Ben küçükken gelmişti radyo semte, sonrası da tango üstüne tango. Annemle halam piyanoda tango çalar, söylerdi. Carlos Gardel’i, zamanın öteki önemli şarkıcılarını radyodan dinlemeye başladık. Öz bilincimin bir parçası haline gelmişti tango. Beni alıp gençliğime, Buenos Aires’e götüren şeydir bu müzik. Bu yüzden, büyüler beni tango. Ama her zaman da eleştirel olmuşumdur, çünkü ben tangoyu dünyanın en müthiş harikası olarak gören Arjantinlilerden değilim. Özellikle cazla karşılaştırıldığında, tango çok zayıf bir müziktir. Zayıf ama güzel. Hani orkideyle, gül ağacıyla karşılaştırılamayacak kadar basit olan, ama kendine has sıra dışı bir güzelliğe sahip bitkiler vardır ya, tango da onlar gibi. Son yıllarda, kimi arkadaşlarım burada da tango çalıyor. Cuarteto Cedron grubu çok yakın arkadaşlarım, bir de iyi bir bandoneón çalgıcısı olan Juan José Mosalini var. Yani, tango dinlediğimiz, tango hakkında konuştuğumuz bir ortam içindeyim. Bu günlerden birinde aklımda bir şiir oluşuverdi, müziğe dökülebileceğine inandığım bir şiir. Sonra, yayımlanmamış şiirlerime göz atarken (şiirlerimin çoğu yayımlanmamıştır) arkadaşlarımın üstüne beste yapabileceği bazı kısa şiirler buldum, onlar da besteledi. Tam tersini de yaptık tabii. Cedrón bana bir melodi verdi, ben de sözleri yazdım. Yani iki yönlü sürdürüyorum bu işi.
Yazma alışkanlıklarınız nelerdir? Bunlarda değişen belli şeyler oldu mu?
Hiç değişmemiş, asla değişmeyecek olan tek şey kargaşa ile düzensizlik. Kesinlikle hiçbir yöntemim yok yazarken. Bir öykü yazmak istediğimde her şeyi boş verip öykümü yazarım. Ayrıca kimi zaman, öyküyü yazdıktan sonraki bir iki ay içinde iki üç tane daha yazarım. Genellikle, öyküler bir dizi halinde gelir zihnime. Bir öyküyü yazıp bitirince, algılarım açık kalır, sonrasında bir tane daha “yakalarım”. Ne tür bir benzetme yaptığıma dikkat edin, ama gerçekten bu böyle. Öykü birden içime düşüverir. Ama bunlardan sonra, bazen bir yıl geçer hiç ama hiçbir şey yazmadan. Şu son birkaç yılda zamanımın büyük bir kısmını daktilomun başında politik makaleler yazarak geçiriyorum. Nikaragua, Arjantin hakkında yazdığım metinlerin edebiyatla hiç ilgisi yok; militan yazılar bunlar.
Kitaplarınızdaki biyografik yazılarda aynı zamanda amatör bir trompet çalgıcısı olduğunuz belirtiliyor. Şimdiye kadar herhangi bir müzik grubuyla birlikte çaldınız mı?
Hayır. Aslında bu, genç yaşta ölen çok yakın dostum Paul Blackburn’un uydurduğu efsane gibi bir şey. Evde kendi kendime birazcık trompet çaldığımı bildiği için, “Birlikte çalabileceğin müzisyenler bulmalısın,” derdi her zaman. Ben de, “Olmaz, Amerikalıların da dediği gibi, bu benim boyumu aşar,” diye yanıt verirdim. Yeteneğim yoktu ki, yalnızca kendim için çalıyordum. Kolay takip edilen bir melodisi, özellikle de belirli bir konusu olan caz ezgileri olan bir Jelly Roll Morton, Armstrong ya da Ellington plağı açar, onlara trompetimle eşlik ederdim; ama bu onlarla birlikte çalmak anlamına gelmiyor. Caz müzisyenlerine yaklaşmaya asla cesaret edemedim; trompetim de öteki odada bir yerlerde kayboldu gitti zaten. Blackburn bunu kitap kapağındaki tanıtıcı yazılardan birine koydu. İnsanlar da beni trompet çalarken gösteren bir fotoğrafa dayanarak çok iyi trompet çaldığıma inandı. Nasıl ki tamamen emin olmadan eserlerimi yayımlatmıyorsam, trompet çalma işinde de durum aynı, kendimden tamamen emin olmadan asla çalmak istemedim. Hiçbir gün de emin olamadım.
A Manual for Manuel’den sonra herhangi bir roman üstüne çalıştınız mı?
Buna da yanıtım hayır, nedeni de gayet açık: siyasi konularla ilgili çalışmalarım. Bana göre roman yazmak yoğunlaşmayı gerektirir, yaptığın işi yarım bırakmadan sakince çalışmak için en az bir yıl kadar bir zaman gerektirir. Ben ise şimdilik bunu yapamam. Bir hafta önce sorsaydınız, üç gün içinde Nikaragua’ya gitmek zorunda olacağımdan habersizdim. Oradan geri döndüğümde de sırada beni neyin beklediğini bilmiyor olacağım. Ama bu roman çoktan yazıldı. Bu roman benim rüyalarımda. Romanın içinde neler olacağını bilmiyorum, ama ana fikir zihnimde. Tıpkı hikâyelerimde de olduğu gibi, bunun epey uzun, çok olmasa da bazı fantastik unsurlarla dolu bir roman olacağını biliyorum. İçinde fantastik unsurlar bulunan A Manual for Manuel ile aynı türde, ama siyasi içeriği olmayan bir roman olacak bu. Baştan sona yalnızca edebiyat kokan bir roman. İnşallah hayat bana ihtiyacım olan kimsesiz bir ada, kimsesiz bir oda da olabilir, bir yıllık süre verir. Gel gör ki bu herifler, yani Honduraslılar ile Reagan Nikaraua’yı yiyip bitirirken bu adaya ulaşamam. Yazmaya başlayamadım, çünkü zihnim sürekli bu meselelerle meşgul olacaktı. Yazmak en önemli öncelik olmalı.
Yazmak gerçek hayatla edebiyatı dengelemeyi gerektirdiği için epeyce zordur elbette.
Hem öyle hem değil. Bu sizin önceliklerinizin ne olduğuna bağlı. Demin de söylediğim gibi, önceliğiniz bir birey olarak manevi (ahlaki) sorumluluğunuzu yerine getirmekse durum böyledir. Ama, “Ah romanımı yazmak istiyorum ama evimi satmak zorundayım, hem sonra vergiler de var. Ne yapabilirim ki?” diye yakınan birçok kişi tanıyorum. “Bütün günümü ofiste çalışarak geçiriyorum, kitap yazmamı nasıl beklersiniz?” gibi bahaneler duyuyorum. Bense sabahtan akşama kadar UNESCO’da çalıştıktan sonra eve gelip Hopscotch’u yazdım. İnsan yazmak isterse yazar; yazmaya mahkûmsa yazar.
Hâlâ yazılı ya da sözlü çeviri yapıyor musunuz?
Hayır, o işi bıraktım. Çok sade bir hayat sürüyorum. Kaset, kitap, tütün gibi sevdiğim şeyler almak için çok paraya ihtiyacım yok. Eserlerimin telif ücretiyle geçinebiliyorum. Kitaplarımı o kadar çok dile çevirdiler ki bu yolla aldığım para bana yetiyor. Tabii biraz dikkatli harcamam gerek. Kalkıp bir yat alamam sözgelimi, yat almak gibi bir istediğim de asla yok zaten…
Ün, başarı çok hoşunuza gidiyor mu?
Dinle bak, hiç kimse inanmayacağı için söylemem gerekir belki ama başarı benin için hiç de zevkli değil. Yazdıklarımla geçinebildiğim için mutluyum, bu yüzden başarının popüler ve eleştirel taraflarına katlanmak zorundayım. Ama tanınmamış bir adamken daha mutluydum. Çok daha mutlu. fiimdiyse adım başı beni tanıyan, imza isteyen, bana sarılan insanlara rastlamadan Latin Amerika’ya, İspanya’ya gitmem mümkün değil. Bu çok etkileyici, çünkü hepsi de çok genç yaştaki okuyucularım. Yaptığım işi sevmelerinden memnunum, ama özel hayat açısından bakınca bu ilgi son derece boğucu. Avrupa’da bir kumsala gidemiyorum, her beş dakikada bir fotoğrafçıyla karşılaşıyorum. Öyle gösterişli bir vücudum var ki tanınmamak için kılık değiştirmem mümkün değil. Ufak tefek bir adam olsaydım eğer, tıraş olup güneş gözlüğü takar değişirdim, ama boyum posum, upuzun kollarımla çok uzaktan bile tanınıyorum. Başka açıdan bakarsak, bunun çok güzel yanları da var: bir ay önce Barselona’daydım, bir akşam Gothic Quarter’da dolaşırken gitar çalıp şarkı söyleyen Amerikalı bir kız gördüm, çok güzel bir kızdı. Yerde oturmuş şarkı söyleyerek hayatını kazanmaya çalışıyordu. Sesi bir parça Joan Baez’e benziyordu, temiz, berrak bir ses. Bir grup Barselonalı genç onu dinliyordu. Ben de onu dinlemek için durdum, ama kendimi gölgeye sakladım. Bir ara o gruptan yirmi yaşlarında, çok yakışıklı bir genç yanıma yaklaştı. Elinde kek vardı. “Bir dilim kek al Julio,” dedi. Bir dilim alıp yedikten sonra “Gelip bana kek ikram ettiğin için çok teşekkür ederim,” dedim. O da bana, “Sizin bana verdikleriniz yanında benim size verdiğim şeyin adı bile olmaz,” dedi. “Böyle söyleme, böyle söyleme,” dedim ben, birbirimize sarıldık, sonra o gitti. İşte böyle şeyler yaşamak, bir yazar olmanın en güzel karşılığı. Bir delikanlının, bir genç kızın yanınıza gelip konuşması, size kek ikram etmesi harika bir şey. Bunları yaşamak, yazma zahmetine girmeye değer.
İngilizceden çeviren: Nermin Özdilkural