Çok küçüktüm ve bir hayalim vardı. Yeni tanışmış olduğum televizyonda yayınlanan dizilerden etkilenmiş ve büyüdüğümde kendimi de dışarıdan bir göz olarak izlemek istediğimi söylemiştim evrene. Kitaplarla tanıştığımda ve her seferinde bir başka yazarın hikayesine daldığımda aslında her bir kitabın sonu kendime dışarıdan bakışımmış, anladım. Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler kitabını okumaya başladığımda aklıma bu çocukluk anım geliverdi. Her bir karakterin kendi hayatları içerisinde gergin bir halat gibi bir yandan çekiştirilmesi, titreşen acıları, yara olan yanları, kopuklukları okuduğumda kendi hayatımda bu anı aradım. Her bir karakterde bir soğanın katmanları gibi soydukça soydum kabuklarımı. Artık çekirdeğe ulaştım, kitaptaki oyun da sekizinci dünyasına. Birimiz artıp birimiz sadeleşirken dünya dönmeye devam ediyor işte.
2018 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Olga Tokarczuk yorgun geçen 2020 yılımızı hep birlikte ortak bir kederde bitirmek ister gibi Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler kitabını çıkarttı. Timaş Yayınları tarafından basılan bu kitabın çevirisini Neşe Taluy Yüce üstlenmiştir. Kadimzamanlar’daki insanlarla karşılaştığınız o ilk anda aslında Olga Tokarczuk sizi ayakkabılarınızı çıkartmadan bir başka dünyanın içerisine davet etmiştir bile. Bunun farkına vardığım vakit kitabın kalan son kırk sayfasını okursam biteceğini bildiğim için küçük çocuklar gibi bahaneler bulmaya başladım. Bir kalbin odacıkları gibi birbirinden habersiz ama aynı ortak kader için yaşamaya çalıştığımız şu küçücük alanda bir diğer odada kimin olduğunu merak ettiğiniz olmadı mı hiç?
Kadimzamanlar, evrenin merkezinde bir yer olarak geçmektedir. Dört bir yanından nehirlerin aktığı ve akan nehirlerin bir karakterinin olduğu bu evrende nehirlerin başında bir melek, meleklerin doğumunda şahit oldukları insanlar vardır. Kadimzamanlar, düşünceli bir insanın dalgın adımları ile bir gün, dünyanın dönüşüne kafa tutan bir insanın hızlı adımları ile bir saatte biter. Kadimzamanlar’ın insanından biri olan Genowefa ile başlar kitap. Benim kitap içerisinde hayran kaldığım bir kadın. Keşke düşünceli kafam ile Kadimzamanlar’ı yürüyormuş gibi bir tam gün Genowefa’yı yazabilsem. Bir gün hafıza kaybına uğrarsam, Genowefa, seni unutmak istemiyorum.
Kadimzamanlar içerisinde de erkek çocuğun kıymetten sayıldığı bir rüzgâr esiyor. Bir kız çocuğun dünyaya gelmesi bir babanın hiç çocuğu olmaması ile eşit sayıldığı evrende Genowefa’nın hayranı olduğum ilk tavrı ile karşılaşıyorum hikâyenin başlarında:
“Hepimizin kız evlada gereksinimi var. Hepimizin kızı olmaya başlasa dünyada barış olurdu.” (syf 14)
Bir kız evladı olur Genowefa’nın: Misia. Tanrı onu duymuştur adeta. Şansına savaşta olan babası kız evladına âşık olarak yaşamıştır. Misia altı yaşında iken savaştan dönen babası Michał değirmenin önünde karşılaşır kızı ile. Savaşmış ve parçalanmış benliğini kızı ile tekrar hayata döndürür. Michał uzun bir yolculuktan dönmüş gibi kızına savaşta bulduğu bir şey getirmiştir: bir kahve öğütücüsü. Bu öğütücü Misia için dünyanın kurallarına uymayan, hep bir şeyin kabul edilmeyen zıddını savunan bir şey haline gelir.
Michał savaştan dönene kadar Genowefa’nın altı yıl boyunca yaşadığı “acaba öldü mü?” soruları içerisinde yüzmeyi öğrendiği zamanlara da yer veren Olga Tokarczuk, Genowefa’yı belli belirsiz bir noktaya bakar gibi sıradan ve normal bir bakış ile bir işçiye aşık eder. İşte bu kısımda aşk için kurulan bunca betimlemenin veya kalabalığın ne kadar önemsiz olduğunu fark ettim. Öyle sade bir zaman dilimiydi ki birbirlerine baktıkları birkaç dakikalık o anda biliyordunuz ki o aşktı. Bir başkası olamazdı. Bu bakıştan başka bir şey de olmadı. Ağzımıza bir parmak bal çalıp bir sonraki yaşama geçtik.
Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler’in bir sırrı vardır. Bu sır bir oyundur. Tanrı’nın yarattığı sekiz dünyayı konu alır. Toprak Sahibi Popielski’nin oynadığı bu oyunun kuralları anlatıldığı vakit bunun sadece bir nefeslik mola olduğunu düşünmüştüm. Çok sonrasında bu oyunun piyonlarının Kadimzaman’da yaşayan insanların hayatlarıolduğunu anladım. Oyunda kaçıncı dünya yaratıldıysa insanın hayatında o dünyanın çizgisi çekiliyordu.
“Beşinci Dünya Tanrısı, özellikle yalnızlığında bunaldığı zamanlarda, Kendisiyle konuşur.
İnsanları seyretmekten zevk alır, özellikle de Job isimli kulunu. “Onun sahip olduğu her şeyi, güveninin bütün temellerini alacak olsam, onu her şeyini katman katman soysam, hâlâ şimdi olduğu insan mı olurdu? Beni lanetlemeye ve hakkımda kötü konuşmaya başlamaz mıydı? Bana saygı gösterir miydi ve beni sever miydi, bütün bunlara rağmen?” diye düşünür.
(…)
“…Ona verdiğim her şeyi geri alacağım.” (syf 238)
Oyunun beşinci dünyasında Job’dan alınan iş, para, arazi, sahip oldukları, ailesi, çocukları, arkadaşları, merakları, sevgisi, ilgisi, korkuları, düşünceleri sonucunda Job dışarıdan içeriye doğru katman katman soyulur ve sonunda kendisinde akıl dahil hiçbir şey kalmaz. Job’un kalbinde yanan Tanrı ışığı en parlak seviyeye ulaşmıştır. Her insanda olduğu gibi insanın kaybedecek hiçbir şeyi olmadığında sahip olduğu tek şey Tanrı inancı olur. Bu inanç adını kişiden kişiye değiştirse bile aynı amaca hükmeder. Tanrı bunu gördükten sonra tüm katmanlarını yeniden Job’a gönderdiği vakit ışığın gittikçe azaldığını fark eder. İnsan Tanrı’ya sığınamayacak kadar güçlü olduğunu hissettiği vakit Tanrı’ya ihtiyaç duymaz.
Beşinci dünya kurulduktan sonra Kadimzamanlar’da insanlar evler inşa eder, evlenir, çocuklar yaparlar. Herkes çok mutludur çünkü bir önceki dünyada enkaz bırakmışlardır. İnandıkları yaratıcı onun elinden her şeyi alırken boyası soyulan Kadimzamanlar kendisini renklendirmeye çabalar yeniden.
Olga Tokarczuk kitabında mantar misellerine de değinerek bir beyin fırtınası yaratmayı başarmıştır. Biyolojiyi ve edebiyatı bir araya getirerek vermek istediği mesajı rahatlıkla verdiğini düşünüyorum. Aslında sadece mantarların çoğalması, çeşitleri, zehirli olanları anlatılırken bu mantarların biz insanlardan başkasının olmadığı göze çarpıyor. Toprak bizi canlı tutan hayat ve biz mantarlar gibi yan yana ama birbirinden farklı hayatlar yaşamaktayız. İçimizde kötüler var. Dokunduğumuzda, içimize aldığımızda, yaklaştığımızda zehrini göstererek bizi yaralar ve belki de öldürürler. Her ne olursa olsun bir yaraya sahip olacağımız gerçektir. Fakat yine de hiçbirimiz hakkında bilgisi olmayan biri uzaktan baktığında sadece insan olduğumuzu görür. İnsan işte ne kötüdür ne iyi. Ama bir yaklaş da gör.
Dünya’nın düzenini bozan bu salgın sürecinde hor kullandığımız, etini çimdiklediğimiz, karnına tekmeler atıp ağzına pislikler doldurarak susturduğumuz doğa, insan ve hayvanlardan sonra yaşayan üçüncü canlı olduğunu gösterdi. Marina Abramović’in geçen günlerde de açıkladığı gibi ağaçlarla dertleşmemiz gereken çok konu var. Artık biliyoruz ki doğa bizi duyuyor ve ne yaşıyorsak farkında her şeyin. Buna inanan bir diğer kişi de Olga Tokarczuk. Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler kitabında mantarlardan sonra meyve ağaçlarına da kulak veren yazar elma ağacını aceleci, doyumsuz, hızla meyve veren, her şeyi bir anda yaşayıp tüketmeyi seven bir karakterde ele almıştır. Armut ağacını ise yavaş ama emin adımla atan, güçlü ve bir ömür sürse dahi sonunda yapabildiğinin en iyisini yapmaya odaklanmış bir karakterde ele almıştır. Bu gösteriyor ki aslında bir elma ağacı olursanız hayatta hep kısa mutluluklar yaşarsınız. Bir armut ağacı olmayı dilerken bulursunuz kendinizi. Fakat elma ağacı olarak öleceğinizi bilirsiniz. Hız felakettir. Peki sizin istediğiniz kısa aralıklarla doyamadığınız mutluluklar mı yaşamak yoksa çabalayarak gerekirse bir kere mutluluk yaşamak ama onu en iyi şekilde hak etmiş olmak mı?
“Bir ağaç öldüğünde, bir anlamı veya etkisi olmayan düşünü başka bir ağaç devralır. İşte ağaçların ölmemesinin sebebi budur. Kendi var oluşlarından habersiz, zamandan ve ölümden azat edilmişlerdir.” (syf 244)
Olga Tokarczuk’un kaleme aldığı Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler kitabını bir cümle ile anlatmak istesem ne olurdu diye düşünüyordum. Fakat düşünmeme gerek yokmuş. Yazar soruma cevabını önceki kitaplarından birinin adıyla vermiş bile. “Aç gözünü, artık yaşamıyorsun.”
Michał uzun bir yolculuktan dönmüş gibi kızına savaşta bulduğu bir şey getirmiştir: bir kahve öğütücüsü. Bu öğütücü Misia için dünyasının sonu haline gelir.
“Dünya, sarhoş ve sersem, çukurların sıkıntısını çekiyordu.” (syf 135)
Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler bir yolculuk değil, hayatın kendisidir. Kitabın sonuna geldiğinizde açın gözünüzü.
İyi okumalar.
• Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler – Olga Tokarczuk
• Çeviri: Neşe Taluy Yüce
• Timaş Yayınları – Roman
• 318 sayfa