Immanuel Kant hakkında ne biliyoruz? Alman kökenli, filozof, Könisbergli ya da bütün zaman hesaplarını gereksizleştirecek denli rutin hayatının olması, ölümüyle bile. Ancak genel geçer bu yaklaşımların dışında felsefeye ilgili kişilerin de Kant konusunda yerleşik alışkanlıklara dayalı görüşlerinin olduğunu görmekteyiz. Kant yalnızca ahlak felsefesinin ya da kategorik imperatif kavramının ardına saklı, dar bir bilgi ya da ahlak felsefesi düşünürü olarak görülmekte. Bunun haksız bir yaklaşım olduğunu söylemek gerek. Zira, kuşkusuz Kant’ın ahlâka dair yaklaşımları ya da nesnel bilginin bilgi koşullarına indirgenerek bunun sonucunda bilginin temellendirmesine yaptığı katkılar Kant’ın en temel büyüklükleri.
Aydınlanma düşüncesinin oluşumunda “sapare aude” yani “aklını kullanmaya cesaret et” yaklaşımının da dönemin ve halen temel düşünsel düsturlarından olduğu muhakkak. Ancak Kant, tüm bu soyut düşüncelerin dışında ayrıca politik dünyaya yani somut insanlık durumlarına dair de yazılar kaleme alan bir kişilik. Bu nedenledir ki, bu politik konum alış Kant’ın birbirine zıt düşünceye sahip insanların Kant’ı kendi düşünsel yapılarına uyarlama neticesine de yol açmakta. Örneğin Kant’ın Marksist yorumları bulunurken, nazilerin acımasız yöneticelerinden Otto Adolf Eichmann’ın İsrail’deki yargılamalarında daha çok Hannah Arendt’in yazdıklarından biliyoruz ki, aynı zamanda Naziler için de kategorik düşünsel yapıların bir anlamı var. İşte tüm bu Kant’ın politik evrenini ele alan bir kitap var karşımızda.
Bir çok yazarın katkı sunduğu, Ayrıntı Yayınlarından çıkan “Kant Felsefesinin Politik Evreni” isimli çalışma, bu eksikliği giderecek nitelikte bir eser. Üstelik kitap Kant’ın “Yaygın Bir Söz Üstüne: Teoride Doğru Olabilir Ama Pratikte İşe Yaramaz” isimli makalesi ile açılışını yapıyor.
Eserin en önemli başlıklarından birisini Otfried Höffe “Uluslararası Hukuk Topluluğunun Teorisyeni Olarak Kant” başlığıyla kaleme almış. Bu çalışmada Rawls düşüncesinin Kant’a yaklaşımındaki kimi liberal yanılgılar ele alınırken, Kant’ın “Ebedi Barış” isimli çalışmasında, dünya barışı ve bir dünya devleti kurulması yönündeki tezleri ele alınmış. Fransa ile Prusya arasında imzalanan “Basel Barış Antlaşması” üzerine yazılan tezlerde Kant, savunma amaçlı savaşlar haricinde savaşı tavizsiz olarak yasaklayarak, savaşı hukuki bir yol olarak şiddetle lanetler. Buradan Kant’ın şiddet yanlısı düşünce temellendirmelerinden uzakta bir konumda olduğu ortaya çıkmakta. Kant, üstelik dönemine göre oldukça anti-militarist bir yapıdaki kişilik. Ona göre, vatandaşlar razı olmadıkça savaşa katılamazlar. Savaşa gitme konusunda vatandaşa karar hakkı tanımak da tek başına yeterli değildir. Vatandaş, her bir savaş ilanına kendi özgür onayını vermek zorundadır. Bu durum, savunma amaçlı savaş kararları için ikinci ve yine çok güçlü şekilde formüle edilir. Kimi yazınlarda Kant’ın aynı zamanda Birleşmiş Milletler kuruluşunun oluşumuna fikri öncelik ettiği savlanır. Tuhaf bulunabilir ancak Kant’ın yaklaşımının daha ileri bir düzlemde olduğunu yazıdan öğreniyoruz.
Birleşmiş Milletler, 1948 tarihli Evrensel İnsan Hakları Beyannamesinde üç şeyi kendisine görev ediniyor. İnsan haklarının korunması, uluslararası işbirliğinin teşvik edilmesi ve nihayet sosyal koşulların iyileştirilmesi. Kant temel yaklaşım olarak insan haklarının korunmasını çok önemser. Ancak diğer iki görev Kant yaklaşımında dışlanır. Bu dışlanma izah edileceği üzere bunların önemsiz görülmesinden dolayı değildir. Yazara göre Kant’ın yaptığı bu sınırlandırma bir analojinin sonucudur. Devletler de bireyler gibi ele alınmıştır. Buna göre birey ve devletler istedikleri şeyi yapıp edebilirler. Yeter ki onlar bütün birey-devletlerle uyum içinde genel bir yasaya göre birlikte eylensinler. Hatta bu tür bir eylem, doğuştan bir haktır, ahlaki bir taleptir. Ancak devletlerin göndereni bakımından yeni bir hakları vardır. Bu hakkın içeriğinde mülkiyetin korunması, ulusal sınırların korunması ile hem politik hem de kültürel öz belirlenim hakkı bulunur. Buna göre birincil devletler, yani tek tek devletler daha fazla görevden sorumlu oldukları için ikincil devlet yani bir dünya cumhuriyeti sadece minimal yetkilere sahiptir. Daha fazla yetki tanınmış bir dünya örgütü, devletlerin öz belirlenimine tekabül eden insan hakkını, yeni bir anayasa hukukunu zedelerdi. Kant’a göre “…hiçbir bağımsız devlet, başka herhangi bir devlet, miras, değişim, alım satım veya bağış yoluyla kendi egemenliği altına alamaz.”
Kant uluslararası hukuk topluluğunun üstleneceği devlete özgü görevler hususunda ulus içi topluluktan talep ettiği minimalizmi, ulus içi topluluğa da talep eder. Devletler ve bireyler arasında bu bakımdan bir benzerlik kurulur. Kant’ın yaklaşımında döneminin etkili savaş koşullarının etkileri bulunur. Yazıdan alıntıladığım gibi Kant’a göre “…şiddetli savaşlara yatkın olan yasasızlık durumundan kurtulmak için, devletlerin tek tek insanlar gibi vahşi (yasasız) özgürlüklerinden vazgeçerek kamusal yasaların yaptırımı altına girmesi ve böylece halkların, devletini oluşturması akla uygun tek yoldur.” Akla uygunluk burada ahlâki bir boyut kazanır. Bu akıl yürütmenin sonunda ise Kant, bir birliği, bir halklar birliğini savunur. Bu birlik, yazara göre Kant’ta bir minimalizm doğurmuştur. Buna göre halklar birliği, katılımcılardan hiçbirinin kendi egemenliğinden vazgeçmediği bir hukuk topluluğundan ve aynı zamanda devlet karakterine sahip olmayan bir devletçilikten ibarettir. Aydınlanma düşüncesinden hareketle katı bir dünya devletinin insanların başka ülkelere göç etme hakkını bertaraf edeceği endişesini taşır. Dünya vatandaşlığı hakkı Kant düşüncesinde bu çerçevede çok dar ele alınmıştır. Dünya vatandaşlığı hakkı, bireyin yabancı bir devletten talebi olarak algılanır ve onu ziyaret hakkı ile sınırlıdır. Kant, evrensel dünya devletini kurmak için tek tek devletlerin egemenliklerinden vazgeçmek zorunda olduğunu belirtir. Buna göre devletler, kendi başlarına birer devlet olma özelliğini kaybederler. Ancak bu dünya devleti ruhsuz bir despotizme dönüşebilir ve dünya cumhuriyeti düşüncesinde tek tek devletleri hukuki olarak güvence altına almak birinci yükümlülüktür. Bu nedenle devletlerin ortak varoluşunu temin etmek için bir devlet düzeni kurmak gereksizdir. Tek tek devletler birincil devlettir. Buna karşılık dünya cumhuriyeti ikincildir. O bütün bir yer küreye yayılan tek bir devlet değil, ikincil bir devlettir. Bir yönüyle devletlerin devletidir. Buradan şu sonuç çıkar: Kant bir devletin, demokratik bir hukuk ve sözleşme devletine tekabül eden normatif bir cumhuriyet seviyesine yükselmesi gerektiğini iddia ettiği için dünya cumhuriyetiyle, bir cumhuriyetler cumhuriyetini, bir devletler cumhuriyetini kasteder.
“…evrensel, hukuki buyrukları bakımından bir evrensel hukuk topluluğunun işlevi çok azdır ve yetki alanı çok kısıtlıdır. Buna göre sivil sorunlarımız, medeni hukuk ve ceza hukuku ile ilgili davalarımız, iş güvencesi, sosyal haklar, dil, inanç ve kültür hakları gibi problemlerimiz karşısında devletten beklediğimiz görevlerin hepsi, birincil devletlerin yetki alanına girer. Bu tür görevleri ikincil devletin yetki alanından çıkarmak makuldür, zira fazla yetkiyle donatılmış bir dünya örgütü, devletlerin insan hakkını, yani onların politik ve kültürel özbelirlenim hakkını zedeler. Tek tek devletler çok az bir yetki devretmelidirler. Ancak bu yetki devri özgürce yapılmalıdır. Katılım yönünden yapılacak her türlü zorlama, devletlerin insan hakkına, yani onların öz belirlenim hakkına bir saldırı olacaktır, dolaysıyla da gayrimeşrudur.”
Buradan hareketle Kant, halkların birliğine yol alır. Yani ulusal egemenlikten herhangi bir şekilde vazgeçmeyi gerektirmeyen uluslararası ultra-minimal devleti, kısacası halkların birliğini savunur. Ancak böyle bir birlik için de tarafların tümü, ikili ya da çoklu olarak yapılan sözleşmeler yoluyla, aralarındaki çatışmaları güçten arınmış bir şekilde çözmeye hazır olduklarını ilan etmek zorundadır. Hakların birliği ne kamusal ortak yasaları, ne yetki sahibi bir hakem kurulunu, ne de mahkeme kararlarına müdahale etme gücüne sahip bir iktidarı öngörür. Halklar birliği üç temel kamusal güçten yoksundur. Dolayısıyla devlet karakteri taşımayan bir hukuk karakterine sahiptir. Kant, ebedi barışı en yüksek iyi olarak selamlar. Egemenlik zayıftır. Zira devletler kendi egemenliklerinden azıcık vazgeçmezlerse saf savaş durumunun devamı kaçınılmaz olur. Kant işte bundan kurtulmak için yeni bir formülasyon üretir. Bir devletler devletinin yani bir dünya cumhuriyetinin yerine hiçbir devlet karakteri taşımayan ve sözleşmeye dayanan anlaşmaları, yani saf bir federasyonu geçirir. Anlaşmalar savaştan daha iyidir. Kant, aslında sürekli ateşkesten bahseder. Kant devlet iktidarının meşruluğunu oldukça sert koşullara bağlar. Normatif bir ön yükümlülük olarak insan hakları ve değişmez eşit muamele ve iktidar paylaşımı ile birlikte bu devlet kuramı okunmalıdır. Dünya cumhuriyetinin kurulması sadece bir buyruk olarak görülmez, devletin diğer bir devlet tarafından yok edilme tehlikesini de azaltır. Dünya cumhuriyeti bu yönüyle hukuki ilerlemenin bir parçasıdır ve bu ilerlemeye katkıda bulunmak ahlaki yükümlülüğümüzdür. Kant’ın tümbu zorlayıcı politik evrenine vakıf olmak, Kant’ın dönemsel tüm çalışmalarını bir bütün olarak kavramakla mümkündür. Kant, Hobbes ve Locke’un tutumunun çok ötesinde, karmaşık bir durumu ortaya serer. Ancak Kant, felsefede bir zirvedir ve şu soru akıldadır.
Kant’tan sonra felsefi tartışmalara gerek var mıdır? Karşımıza bütünlüklü bir düşün dünyası serilmiştir zira. Kant, bu nedenlerle kuramsal yönleri ile halen tükenmeyen bir aşamadır, tüketilmesi her yönü ile imkansıza yakındır.
- Kant Felsefesinin Politik Evreni – Immanuel Kant, Pierre Hassner, Susan Mendus, Otfried Höffe, Birgit Recki, Peter P. Nicholson, Wolfgang Kersting, Agnes Heller, Volker Gerhardt
- Derleme ve Çeviri: Hakan Çörekçioğlu
- Ayrıntı Yayınları