Kemal Oruç, Tiyatro Eğitim Derneği Başkanı ve Drama Kumpanya’nın kurucusu olmakla beraber rutin olarak düzenlenen “Tiyatro Sohbetleri” etkinliğini başlatan isim. On sekiz yıldır sürdürdüğü tiyatro faaliyetleri kapsamında yaklaşık 60 oyunda yazar, yönetmen ve oyuncu olarak yer aldı. Yazdığı eserler Türkiye’de ve yurt dışında yüzlerce tiyatro topluluğu tarafından sahnelendi. Şu anda eğitmenliğine devam etmekle beraber birçok proje üzerine düşünüyor, çalışıyor ve yazıyor… Yeterince çalışıp, çok yaşamak gerektiğini vurguluyor her seferinde, çünkü o, bunu sanatla başarabilmiş biri.
Ne Okuyorum? ekibi olarak sevgili Kemal Oruç’la oldukça keyifli bir sohbet gerçekleştirdik, buyurun.
Sanatın ve sanatçının gittikçe değersizleştirildiği ülkemizde geçtiğimiz günlerde artık yalnızca yerli oyunların oynanacağı haberini de aldık. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu zaten tahmin ettiğimiz şeydi. Önce yabancı oyunlar yasaklanacak, sonra padişah oyunları devreye sokulacak ve en sonunda da muhafazakâr oyunlar…
Başta ödenekli tiyatrolardaki sanatçılar boyun eğmeye devam ettiği sürece de bu gerçekleşecek gibi görünüyor. Ödenekli tiyatrolarda gerçekten mücadele eden insan sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Mücadeleden yoksun, ama sanatçı olmak… Var mı dünyada böyle bir şey?
Ne zaman hakkınızı savunmaya başlayacaksınız? Ne zaman mücadeleye katılacaksınız? Hey, size diyorum!
Çok ciddi bir baskı döneminden geçiyoruz. Meslektaşlarınızdan içeriye alınanlar oluyor. Farkında olmadan bilişsel sürecimizi tesiri altına alan bir kaos ortamı söz konusu. Bir söyleşinizde “Sanat, tam da bu baskıdan doğar.” diyorsunuz. Tiyatro özelinde bu baskı süreci sizin çizginizi nasıl etkiliyor ya da etkiliyor mu? Toplamak gerekirse: Tiyatro, muhalif olmak zorunda mıdır?
Her şey yolunda olsaydı sanat diye bir şey olmazdı. Evet, sanat bir dertle başlar. Bu derdi çözmeye çalışmanın kendisi muhalif bir iştir.
Geri kalmış ülkelerde dert çok, bu derdi çözmeye çalışan da çok. Kapitalizm muhalefet istemiyor. Muhalif sanatçılar da binbir türlü baskıya maruz kalıyor. En çok baskı görenler en çok dert çözenler… Misal Sevgili Ragıp Yavuz… Bütün hayatı mücadeleyle geçmiş bir sanat insanı. Ülkeden sürülmüş, hakları gasp edilmiş, soruşturmalar açılmış… Şimdi 26 arkadaşıyla birlikte İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan atmaya çalışıyorlar. Ragıp Yavuz’un yaptığı oyunlara bakın, hepsi toplum için. Bütün bu baskılar daha iyi üretimler yapmasını sağlamış.
Ama keşke kapitalizmin başımıza çaldığı dertlerle uğraşmak yerine, doğanın ve yaşamın kendisiyle ilgili doğal dertleri çözmek için sanat üretebilsek…
Türkiye, tiyatro ve genel olarak sanat alanında ‘ölü’ bir dönemden geçiyor. Empirik olarak bunu söylemek belki mümkün değil, ancak sezgisel olarak doğru. Üretimin tavan noktalarını gördüğümüz bir zamandayız, hiç olmadığı kadar üretiliyor, tüketiliyor… Ancak baktığımızda sürekli olarak geçmişin ekmeğinin yendiğini, kolektif şekilde “yeni” bir şeyler üretilemediği, aynı şeylerin ısıtılıp ısıtılıp önümüze sürüldüğünü görüyoruz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu hâlden nasıl çıkılabilir, neler yapılabilir?
Ortaçağ gibi… İktidar elinde tiyatro, ve yeni üretimler yok. İnsanlığın olduğu kadar tiyatronun da en karanlık çağıdır Ortaçağ!
Günümüzde de karanlık çoğalıyor. İnsanlar neredeyse tüm gündüz çalışıyor, haftada bir gün tatil, yıllık tatil bir hafta… İnsanlar kapitalizmin elinde boğuşurken sanatın kendisi bir lüks haline geldi. Durup ince şeyler düşünmeye vakit kalmadı.
Sanat dediğiniz şey konserve gibi eskiden yapılmış olanların biraz sos eklenerek yeniden servis edilmesi gibi ülkemizde…
İşte tam da böyle zamanlarda daha çok mücadele etmek zorundayız.
İnsanlara yaşamın ve gerçekten yaşayabilmenin ne olduğunu anlatmak zorundayız.
İnsanlığı kapitalizmin balçığından kurtarmak zorundayız.Sanatçılar, aydınlar, bilim insanları ve dünyanın yükünü taşıyan emekçiler böyle zamanlarda “insanlık” adına daha çok mücadele etmek zorunda.
Artık her yerde varlığını derinden derine hissettiğimiz ‘hiyerarşi’, sanatta ve tiyatroda kendi çizgilerini nasıl belirginleştiriyor, izleyiciye veya okura kendini nasıl gösteriyor?
Sanatta şu “usta, üstat” gibi kavramlar bence tamamen biat kültürünün uzantısı… Bizde usta ya da üstat dediğin herkese yukarıdan bakıyor, aşağılıyor. Ben yaparım/ben bilirimcilik tavan yapmış durumda. Kimse yapmasın, ben yapayım küstahlığı… Gerçek usta üşenmeden çırakla ilgilenir. Her şeyinden, onun gelişiminden sorumludur. İşi öğrettiği kadar hayatı da öğretir.
Görev olarak hiyerarşiyi bir tarafa bırakın, ben bilirimcilik ve narsistik hiyerarşi en beteri!
Oyunlara bakın, popüler dizi oyuncusu varsa salon dolar. Oyunun kendisi bomboş tabi! Bütün oyunu da o popülerin üzerine kurarlar! Bu da hiyerarşi. Bir eğitmenin ya da yönetmenin öğrencinin/oyuncunun tepesinde olması hiyerarşi. “Seyirci anlamaz” aşağılayıcılığı hiyerarşi!
“Halka inmek” diye bir kavram var ya, işte en narsist hiyerarşi bu! Yahu sen kimsin de halkın tepesinde sanıyorsun kendini?
Bu sorunun özet cevabı şu olsun: “ÖNCE ‘İNSAN’ OLUN, SONRA SANATÇI!”
Herkesi halkası içine almaya başlayan ana akımın, popüler kültür anlayışının, kısa erimli bellek yaratmaya dayanan güruhun izlerini tiyatroda da görmekteyiz. Tiyatroda popüler kültürün panzehiri olarak nasıl bir mücadele yolu güdülmeli?
“Halk bunu istiyor!” aşağılık yalanı kapitalizmin beyin yakan saçmalıklarını satma yöntemi! 18 yıldır televizyon izlemiyorum ve çok mutluyum. Düşünsenize, berbat diziler, evlilik programları, saçma sapan filmler, insanların birbirini aşağıladığı yarışma programları falan… Korkunç! En korkuncu da doğaçlama oyun programları. Farkındaysanız tiyatro oyunu demiyorum. Şov programı onlar ve diğer saydıklarımdan hiç farkı yok.
Siz bir de TV’deki bu saçma sapan şeyleri sahneye taşımaya çalışırsanız inanın kapitalizmin en sevdiği kulları olursunuz! Para mı kazanmak istiyorsunuz? Gidin simit satın. En azından namuslu bir iş yapmış olursunuz.
Dünyayı ve içinde bulunduğumuz toplumu takip etmek zorundayız! Gündemin izinde olmalı, sürekli bilgi toplamalıyız. En büyük iki düşmanımız, iki eş, emperyalizm ve kapitalizme karşı halkı diri tutmalıyız. Sanat üretimlerimiz de bu amaç üzerine olmalı!
Eğitimlerinizde çocukları eğitimlerin merkezine koyan, önceliği her zaman çocuklara veren bir tarafınız var. Şu anda asıl yaptığınız mesleğinizde de çocukları eğitiyorsunuz. Niçin çocuklar?
Asosyal bir çocuktum. Sorunlu bir çocukluk geçirdim ve 14 yaşında tiyatroyla tanıştığımda yaşamı anlamaya başladım.
Kendimi bildim bileli istediğim hayatı yaşıyorum ve herkese bunu öğretmeye çalışıyorum. Amacım elbette öncelikle çocuklara bunu öğretebilmek…
Herkesin kurguladığı bir ütopyası vardır, derler. Elinizde kitleleri harekete geçirebilecek bir güç olsaydı bunu nasıl kullanır, kendi ütopyanızı nasıl yaratırdınız?
“Sanatçı” diye bir kavram olmazdı. Herkes rutin işini (en fazla 5 saat) yaparken zaten sanat üretiyor ve bu sanat ürünlerini birbiriyle paylaşıyor olurdu.
Sanat insanı daha iyi insan, toplumu da daha iyi toplum yapar. Yoksa süs eşyasından bir farkı yoktur.
Benim sistemimde insanlık ve toplum sürekli gelişirdi.
Öyleyse şöyle diyelim. İyi bir tiyatro sanatçısısınız. Eğitmen, yazar, yönetmen, oyuncu ve hâlâ okur… Kemal Oruç’un sanat hayatında varmak istediği nokta nedir? Ne yapmak istiyor?
Teşekkür ederim. Fakat ben sanatçı değilim. Sadece yazmayı, yönetmeyi oynamayı seven biriyim. Sanat yaşamı daha iyi anlamamı sağlıyor ve beni iyileştiriyor. Ben de olabildiğince sanatı başkalarına bulaştırmaya gayret ediyorum.
Bir sanatçı, sanatçı kimliğini her vakit üzerinde taşısa da sormak istiyorum: Kemal Oruç sanatçı kimliğinin dışında günlük hayatında nasıl biridir?
Bir başıma kaldığımda kendimle ne yapmam gerektiğini biliyorum. Dolayısıyla, çoğunlukla, toplumsal olmasa da bireysel olarak mutluyum. En yakınım kedi oğlum Çapul… Onunla vakit geçirmeyi seviyorum. Kitap okuyorum sürekli ve yazıyorum. Gündemi takip diyorum. Neredeyse her gün bir iyi film izliyorum. Kapalı mekan sevmem, genelde dış mekanlarda, çoğunlukla sahilde vakit geçiriyorum. Muhabbetim keyiflidir; ama siyaset ya da sanat üzerine konuşurken farkında olmadan çok ciddileşebiliyorum. Arabam yok, olmayacak da; bisiklet sürmeyi seviyorum.
Vaktimi bir başıma değerlendirip toplum için üretmek yaşamımın büyük bir kısmını oluşturuyor.
Yani, “çoğul yalnızlık” benimki…
***
Geçtiğimiz aylarda düzenlemeye başladığınız Tiyatro Sohbetleri üzerine konuşmak istiyorum. Haftada bazen bir kez bazen birkaç düzenlenen, genellikle Maçka Parkı’nda sosyal medya üzerinden iletişime geçerek toplanan bir oluşum Tiyatro Sohbetleri…
Bir söyleşinizde, size dünyada değiştirmek istediğiniz üç şey sorulduğunda, “İlkin insanları, sonrasında Türkiye’deki tiyatro anlayışını, ardından hâlâ ve hep kendimi…” diyorsunuz ve Türkiye’de sanatın ‘iş’ olarak görüldüğünden yakınıyorsunuz. O hâlde iki haftadır düzenlediğiniz Tiyatro Sohbetleri yeni bir değişim isteğinden yahut zorunluluğundan mı ortaya çıkmıştır? Tiyatro Sohbetleri’nin gereksinimi nereden doğdu?
Tiyatro Sohbetleri uzun zamandır düşündüğüm bir etkinlikti. Sonunda başlattığım için mutluyum. Amaç insanları bir araya toplayıp tiyatro üzerine sohbet etmelerini sağlamak. Bilen, bilmeyen herkes konuşsun, fikrini iletsin istiyorum. Bilmeyen de söylesin, diyorum, evet. Böylelikle ne bilmediğini anlar orada. Tiyatro Sohbetleri’nin özel bir eğitim/öğretim amacı yok. 4-5 saat süren sohbet sırasında herkes istediği bilgiyi çekip alsın istiyorum. Bütün mesele anlamakta; birbirini, tiyatroyu ve yaşamı…
Bu sohbetlerde;
Kural 1: Kural yok!
Eğitmen, yönetici, lider yok.
Önceden gündem belirlemek yok.
Bir kurum, kuruluş yok.
Uzman, usta, üstat yok.
Sohbetlere tiyatroyla ilgili tecrübeli/tecrübesiz herkes katılabilir.
Devam ve belirlenen saatte katılma zorunluluğu yok. İsteyen istediği sohbete istediği saatte katılabilir.
Sohbetler sırasında ve sonrasında bir yapılanma, kuruma ya da kuruluşa bağlanma olmayacak.
Sadece, belirlenen bir yerde buluşan insanlar o gün ortaya atılan konularla tiyatro üzerine sohbet edecek. Hepsi bu!
Başka bir söyleşinizde, yine Türkiye’deki sanatçı kavramına karşı çıkarak sanatçıyı şöyle tanımlıyorsunuz: “Sanatçı, herhangi bir olayı dert edinen hemen onun araştırmasına girerek bir sosyolog gibi psikolog gibi çözümleyen ve en sonunda daha güzel, ilgi çekici bir hâle getirip topluma sunan kişidir.” Sormak istiyorum; diğer ‘sanatçı’lardan farklı olarak sizi tembelleştirmeyen, ticarîleştirmeyen, hâlâ bir şeylerin peşine düşmeye zorlayan, çabanızı alevlendiren, var olan olumsuz sistemi düzeltmeye, sanatın dertlerine karşı savaş vermeye iten sebep nedir?
Ben 14 yaşında başladım tiyatroya, şimdi 33 yaşındayım. Sanatı tanımamla birlikte hayatım değişti. Her şeye farklı bakmaya başladım ve mutluluğa/güzelliğe daha kolay ulaşmaya başladığımı fark ettim.
Sanat; yaşamı anlamamızı, onu çözümleyebilmemizi ve paylaşmamızı sağlamalı. Sanat hayata olumlu anlamda yön veremiyorsa, insanı ve toplumu iyileştirmiyorsa herhangi bir süs eşyasından farklı değildir.
Sanatçı yaşamını toplumsallaştıran kişidir. Yani her şeyi hem kendi adına hem de toplum adına düşünür. Sanatçıyım diyen kişi sürekli uyanıktır. Kafası, yüreği hep çalışır. Bilgi arayışındadır sürekli. Böylece olan ve olabilecek herhangi bir olayda hızlıca bilgilerini toparlar, güzelleştirir ve “Bakın, ben bir şey buldum.” diyerek topluma sunar.
Oyunculuk, yönetmenlik, yazarlık vs. birer meslektir. İşini yapar, parasını kazanır. Buna bir itirazımız yok. Zaten kendini bilen kişi “Ben sanatçı değilim, sadece işimi yapıyorum.” diyor. Ama sürekli kimseye dokunmayan dandik oyunlar, filmler yapıyorsan ve kendine sanatçı diyorsan, halt etmişsindir!
Bana gelirsek sanatçı olduğumu hiç söylemedim. Ben insanım. Yaşamayı bilen ve bunu başkalarına öğretmeyi seven bir insanım. Bunu da yazarak, yöneterek, oynayarak yapıyorum. Ve bunlar hiçbir zaman benim mesleğim olmadı.
Hayata dokunmayı seviyorum. Hepsi bu. Dolayısıyla yaşadığım sürece de kendim ve toplum için seve seve üretmeye devam edeceğim.
Tiyatro Sohbetleri’ne katılım gösteren insanların bu oluşumdan beklentisi ne? Gelen kitle tiyatroyla ve oyunculukla haşır neşir insanlar mı, yoksa bu haşır neşirliği sağlamak, bir yerden başlamak ve evvela anlamak için de katılanlar var mı?
Bir arkadaş kalacak ev bulmak için gelmişti, aynı grupta bir de emlakçı vardı, birbirlerine yardım ettiler. Sohbet bu işe de yaradı. Zaten ilk ve en önemli amacımız insanları bir araya getirmek… Göz göze, aynı havayı soluyarak sohbet edelim istiyoruz. Bunu tiyatro üzerinden yapmak da ayrı bir güzel oluyor.
Sohbete katılanların çoğu oyunculuk öğrencisi, amatör ve yarı profesyonel olanlar. İzleyiciler de geliyor. 4-5 saatlik sohbetlerde ne çok şey konuşulduğunu tahmin bile edemezsiniz.
Tiyatro, edebiyat, müzik, sinema, psikoloji… Sizler gibi sanatın ve sosyal bilimlerin çeşitli alanlarında sohbetler düzenleyerek nefes almaya çalışan toplulukların sayısı oldukça az ülkemizde. Ücrete tabii olan atölyeler kontenjan doldururken, panellerde boş koltuk kalmazken insanlar bu tür sohbetlerden, oluşumlardan biraz daha uzak duruyor ya da bir canlılığı bekliyor. Atölye ve panellerden farklı olarak bu sohbetlerin insanlara katkısı nedir sizce?
“Neden tiyatro yaparız?”, “Tiyatronun günümüzdeki durumu”, “Oyun-oyunculuk ilişkisi”, “Oyun yazarlığı” gibi konular üzerine saatlerce konuştuk. Herkes fikrini ortaya koydu. Daha ne isteriz ki?
İnsanlar bu berbat eğitim sistemi içinde öyle bunalmış ki…
Düşünsenize hayatımız boyunca kaç sınava girdik? Kaç zorunlu ödev yaptık? Kaç saatimizi dört duvar arasında geçirdik? Artık alternatif öğrenme ve bilgi paylaşma yöntemleri arıyor insanlar. Bu sohbetlerin de bu konuda işe yaradığını görüyorum.
Türkiye’de tiyatronun sorunlarını temel başlıklarda toplamak gerekirse, bunlar özetle ne olur?
O kadar çok ki! Başlıcaları:
-Tiyatro üretiminin elit bir kesimin elinde bulunması ve onların kapitalizm adına tiyatroyu salt ticarileştirmesi. Ki onlara göre sermayesi yüksek oyun daha iyi oyundur.
-Burjuvanın sattığı oyunların içinin bomboş olması ve insanların da bunu sanat sanması.
-Emekçi sınıfının tiyatro üretiminde bulunmaması. Ki eğitim hayatımız boyunca bize hep popüler sanatçılar tanıtıldı ve bize burjuvanın ortaya attığı sanat kavramları dayatıldı. Biz sandık ki, zengin olmazsak sanat üretiminde bulunamayız.
-Mahallede, köyde, okulda, evde, işyerinde oyun üretmememiz. Yapamayacağımızı düşünmemiz ya da zaman ayırmamamız.
-Ödenekli tiyatroların bürokrasi tarafından ele geçirilmesi.
-Baskı, sansür, soruşturma, bürokrasi gibi yıldırma araçları…
-Akademinin yetersizliği.
-Tiyatro/oyunculuk bölümünden mezun öğrencilerin diziye ya da başka alanlara yönelmesi.
-Bunlar dışında özel tiyatroların vergi sorunları falan da var, ama zaten burjuva sınıfı onları fazlasıyla anlatıyor. Biz emekçi sınıfın sorunlarıyla ilgilenelim.
Yani özetle; sanatı sanatçılardan kurtarın! Ve emekçi sınıfının sanatsal üretimde bulunmasını sağlayın.
Psikolojik gerçekçi oyunculuk sanatının başkuramcısı olan Stanislavski ve ‘Ajitprop’ sanatın bir maden olduğunu söyleyerek zamanında burjuva sanatının maskesini düşüren Brecht’in uygulamış olduğu metotların günümüzde bir geçerliliği yahut karşılığı var mıdır? Özetle; bir oyunculuk metodu artık kullanılmalı mı?
Stanislavski ortaya attığı kendi sistemini bile uygulayabilmiş ve hatta öğretebilmiş değil. “Sanat Yaşamım” adlı anı kitabında iki yerde arkadaşlarının itirafına yer ver: “Stanislavski bu kadar şey bilmeden önce daha iyi oynuyordu.”
Stanislavski zaten o sistemin yarım olduğunu ve her kim nerede uyguluyorsa diğer yarısını kendine ve içinde bulunduğu kültüre göre tamamlaması gerektiğini söylüyordu.
Brecht Stanislavski’den de beslenmiş ama aynı zamanda onun görüşlerini reddetmiştir. İşe bakın ki Piscator’un ortaya attığı sistemi geliştirip ortaya koyan ve toplumsallaştıran Brecht de aynı şekilde sisteminin uygulayanlarca geliştirilmesi gerektiğini belirtiyordu. Aksi zaten diyalektiğe aykırı!
Yaratılmış sistemleri öğrenip sonra ne yapacağımıza daha iyi karar verebiliriz.
Dostum Cihan Özdeniz’in bir sözü sanırım bu sorunun özet cevabı olacaktır: “Dünyada ne kadar insan varsa o kadar da oyunculuk tekniği vardır.”
Andrei Tarkovsky, Nostalghia filminde şöyle diyor; “birisi piramitleri yapacağımızı haykırmalı. / yapmamamızın bir önemi yok. / o isteği beslemeliyiz!” O ulaşılmak istenen sanat gayesi sizin için nedir?
Hamlet Delisi oyunumun teması bu sorunun cevabı olacaktır:
“Yaşamın emekçilerin ellerinde olması ya da olmaması, işte bütün mesele bu!”
Tiyatroyla haşır neşir olan yahut olmak isteyen okurlarımız için birkaç kitap önermek ister misiniz? “Bu kitaplar benim başucu kitaplarımdır.” dediğiniz türden…
Oyunculuk Atlası/ Cüneyt Uzunlar
Oyunculuğun Yolculuğu / Selda Ergün vd.
Stanislavski Sistemi/ Sonia Moore
Bir Aktör Hazırlanıyor/ Stanislavski
Sinema ve Tiyatro Oyunculuğu/ Kemal Oruç
Dramaturgi –Tiyatroda Düşünsellik-/ Zehra İpşiroğlu
Sahne Bilgisi/ Özdemir Nutku
Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi/ Sevda Şener
Oyuncuya / Michael Chekhov
Son olarak; kendi adınıza Türkiye’de sanat nâmına ne diliyorsunuz?
Herkes sanata bulaşsın! Bu yolla, en kötü ihtimalle, daha iyi insan olunur.
Oldukça keyifli ve verimli bir sohbet oldu. Zaman ayırdığınız bu sohbet için çok teşekkürler. Sanata bulaşmak ve bulaştırmak dileğiyle…