Amerikalı yazar Stuart Dybek’in öyküleri, ilk kez Türkçeye çevrildi. Yüz Kitap etiketiyle yayımlanan Chicago Kıyıları, gerçekle fantastiği, kültürel alışkanlıklarla dinsel ritüelleri iç içe geçirerek kentin hafızasını lirik bir dille kayda alıyor.
Stuart Dybek’le Chicago Kıyıları üzerine yapılmış bir söyleşiyi sizlere sunuyoruz.
İyi okumalar dileğiyle…
Chicago’yla ilgili en canlı anılarınızı anlatır mısınız?
Sanatın temel işlevlerinden biri kayda geçirmek, resim, fotoğraf ya da şiir gibi bir mecra aracılığıyla zamana kafa tutmak ve geçmişi müzelerde saklayarak değil, şimdiki zamanda yaşatarak muhafaza etmektir. Chicago hakkında yazdığım öyküler ve şiirlerle bunu amaçlıyorum; bu öyküler ve şiirler benim en canlı anılarım. Bu şehir hakkında yazmak istediğim daha bir sürü öykü ve şiir var. Chicago’da büyümek, nedendir bilmiyorum, ama hafızama adeta kazındı. Nereye baksam, şehrin peyzajının hatları kişisel çağrışımlarımla kaplı, o yüzden bir çan kulesi ya da Sanitary Kanal’ın üstündeki bir tren köprüsü veya yağmur altındaki bir viyadük benim için sadece ilginç birer yapı değil, belleğimi besleyen kaynaklar. Bunlar aynı zamanda capcanlı imgeler ve insanın kendi anılarını okura aktarabilmesinin ilk önemli adımı, bu anıları okurun görebileceği, hissedebileceği, öykülere yol olacak imgelere dönüştürebilmektir.
Polonyalı anneannenizin sizin hayatınızda önemli bir yeri vardı. Nasıl biriydi anneanneniz?
Biz ona Busha derdik. Adı Julia Sala’ydı; Polonya’dan göç etmişti, pek İngilizce bilmezdi. Ben de pek Lehçe bilmezdim ama yine de bir şekilde dil engelini aşar, gayet güzel anlaşırdık. Ufak tefek, köylü gibi bir kadındı: Akıllı, cömert, çok komik. Benim için o, farklı bir gerçekliğin 20. yüzyıl Chicago’suna taşınmış haliydi (tabii, çocukken bunun farkında değildim). Onu sevmekle onun yabancılığını sevmek birbirlerinden ayrılmaz bir bütündü; bu sadece bizim etnik kökenimize değil, genel olarak bütün etnisitelerin ifade edilmesine yönelik bir sevgiye evrildi. Bazı eleştirmenler buna bütüncül etnik duyarlılık adını verdiler. Etnik köken benim üzerine yazdığım bir konu, Amerika Birleşik Devletlerinin bu özelliği, yani ulusal kültürel kimliğimizi nasıl tanımladığımız, bence son derece önemli.
Bize müzik sevginizden ve özellikle “Kış Mevsiminde Chopin” ve “Felaket Bölgesi” gibi öyküleri yazmak için müzikten nasıl ilham aldığınızdan söz edebilir misiniz?
Bütün sanatlar, duygularla düşüncelerin kesişim noktasıdır ve sanat sadece zihni değil kalbi de eğittiği için gereklidir. Müzik, duygularla olan gizemli, güçlü, doğrudan bağlantısından ötürü, benim için büyük bir duygusal öğretmendir. Edebiyatta müziği taklit etmeye çalışıyorum, sadece dili melodik ve ritmik kılmak için değil, aynı zamanda edebiyatın sizi kelimelerin ötesine götürdüğü o çelişkili hale ulaşmayı amaçlıyorum. Büyürken benim zihnimin kapılarını açan müzikti ve benim için bu cazdı. Müziğin bana hissettirdiklerini anlamak ve kendime açıklamak için soru sormaya ve kitap okumaya yöneldim. Beni özgürleştiren bir şeydi bu. Müzikte duygular düşüncelerden önce gelir. “Kış Mevsiminde Chopin” ve “Felaket Bölgesi” gibi öykülerde de bu oluyor, müzik, kahramanların hayal güçleri için bir yol açıyor. Onları değiştiriyor.
Eleştirmenler sizi Theodore Dreiser, Nelson Algren ve Saul Bellow gibi yazarların doğal varisi sayıyorlar. Bu yazarlar ve Chicago’nun yerel edebi geleneği yazınınızı nasıl etkiledi?
Beni bu yazarlarla aynı kategoriye koyan eleştirmenler büyük incelik göstermişler. Hepsi beni çok etkilemiş olan yazarlar, onlara James Farrell ve Gwendolyn Brooks’u da eklemek isterim. Bu isimler tabii ki birbirinden çok farklı ama hepsinin ortak konusu bu şehir ve Chicagolu yazarlar olarak elbette herkesin sahiplendiği bir mahallesi var. Mekânlar hakkında yazan başka yazarlar da etkiledi beni: Sherwood Anderson, sonra Eudora Welty, William Faulkner gibi Güneyli yazarlar ile Isaac Babel ve James Joyce gibi şehirlerini yazan yabancı yazarlar. Chicago geleneğinden gelen yazarları okurken öğreneceğiniz şey şudur; eğer bakmayı ve dinlemeyi bilirseniz, kendi arka bahçenizdeki malzeme de dünyayı dolaşsanız görecekleriniz kadar kayda değer ve egzotiktir. Little Village veya Pilsen gibi mahallelerdeki günlük hayat, bütün büyük temaları ve çelişkileri içerir: Sınıf ayrımı, asimilasyon, demokrasi, ırk, kültürel kimlik, vb.
Chicago Kıyıları’nda, bütün öyküler kendi başlarına bir bütünlüğe sahip ama aynı zamanda birbirlerine güçlü bir mekân hissiyle de bağlılar. Öyküleri bağlayan başka temalar var mı?
Chicago Kıyıları’ndaki öyküler mekâna ek olarak insanın ruh hallerine gösterilen dikkat ile de bağlanıyorlar. Her öykü lirik bir dil kurmayı amaçlıyor ve bu çaba tekrarlanan bir temaya dönüşüyor: Âşık olan, müziğe kapılıp giden, kendilerinden geçip çevrelerinin aksi takdirde onları öğütebilecek taraflarını aşan kahramanlar. Ayrıca, kitapta geceye dair karamsar bir hissiyat var, sahneler gün ışığıyla aydınlatılmış iken bile, sanki insan her an loş bir kapı eşiğinden –bu eşik bir kapının, bir kilisenin ya da bir çıkmazın girişi olabilir–geçip rüya ve hatıradan mürekkep farklı bir gerçekliğe varabilir. Farklı bir gerçekliğe bakmak, bir kahramanın hayatını değilse bile algısını değiştirebilir. Öykülerin çoğunda kahramanların başına gelen bu: Gerçek dünya ile çeşitli gölge dünyaların çarpışması onları değiştiriyor. Karakterlerin çoğu için hayal gücü bir hayatta kalma aracı, kahramanlar hayal gücü sayesinde, bilhassa felaket bölgesi ilan edilmiş mahallelerde şehirli olmanın baskıları arasında yönlerini tayin edebiliyorlar. Aynı zamanda bu hayal gücü sayesinde iki şehirlilikten –görünen şehirden ve hepimizin göremesek de yüzeyin altında olduğunu sezdiğimiz o görünmez şehirden bahsediyorum– tek bir kişisel gerçeklik çıkarabiliyorlar.
Chicago hakkında yazarken Chicago’da olmamayı tercih etmeniz insana ilginç geliyor. Neden böyle yapıyorsunuz?
Karayipler’deki öğretmenlik yapmak için Chicago’dan ayrıldığımda 25 yaşındaydım. O zamanlar insanın sadece seyahat ederek elde edebileceği türden bir eğitime ihtiyaç duyuyordum. Chicago’dan uzak olmanın onun hakkında yazmayı benim için daha gerekli kılacağını ise bilmiyordum. Bana öyle geliyor ki orada yaşarken yaptığım gibi şehri belgelemeye çalışmak yerine onu aklımda yeniden kurmaya başladım. Aramızda bir okyanus olduğu için şehir penceremin hemen dışında, hayal gücümle yarışır bir halde değildi. Ama artık uzun zamandır sadece iki saatlik mesafede yaşıyorum ve Chicago’da bayağı zaman geçiriyorum. Aslında artık daha da yakın olmayı tercih ediyorum. Eudora Welty neredeyse hep Jackson, Mississippi’de yaşamıştı ama, James Joyce Dublin’i terk ettikten sonra bir daha hiç geri dönmedi ve ikisi de klasik bir mekân ya da şehir yazarı. Her yazar farklıdır. Belki hayal gücü bazen uzaklaşıp yalnız kalmaya ihtiyaç duyar ama bazen de ancak bir yerle fiziksel olarak ilişki kurmanın sağlayabileceği şekilde beslenmesi gerekir.