“Hayat kepaze bir şeydir ve aşk acısı acıların en hafifidir.” s. 50
Georges Perec, Uyuyan Adam’da şöyle kısa ama şiddetli iki cümle kurar: “Ölmedin. Delirmedin.”
Bu iki cümle çok şeyi aynı anda anlatabiliyor; en azından benim için. Ölmeden ya da delirmeden kurtulamazsınız. Algılayabildiğiniz müddetçe, dünya ve yaşadıklarını algıladığınız müddetçe kurtulamayacaksınız. Bazen çoğu şeyi algılamasam ne güzel olur, diye düşünmeden edemiyorsunuz. Hayat kontrolünüzü yitirmeden yaşayabilmek için çok fazla gerçekle dolu. Kontrol çoğu kez aile içindeyken kayboluyor, çoğu hayatta. Anneler, babalar hayata henüz başlamamış çocukların üzerine veballerini döküp duruyorlar. Üstelik bunu fark etmiyorlar bile. Çünkü düşündükleri şey genellikle kendi hayatı ve deliremeyişi ya da ölemeyişi. Veya diğer ölümcül şeyler.
İnsan sadece bedenen ya da zihnen sakatlanmaz. Duygusal sakatlanma daha sık görülen ve teşhisi çoğu doktorca konulamayan rahatsızlıklardır. Toplum bu insanlarla dolu aslında. Birbirini sakatlayan insanlar, sakatlıklarını başkalarının duygularıyla onarmaya çalışıyorlar. İnsan yeryüzündeki tartışmasız en acımasız varlık.
Zeynep Kaçar, Kabuk isimli ilk romanında duyguları bir şekilde sakatlanmış veya sakat bırakılmış üç kadının hikâyesini bizlere anlatıyor. Aynı aileden üç kuşak kadını; Sabiha’yı, Sezin’i ve Füsun’u kendi seslerinden dinliyoruz. Arka arkaya sıralanmış bir halde, ahvallerini döküyorlar. Bilinçakışı, deliliğe uzanan evreler, uykuya kaçışlar, fazladan yemek yapışlar, verilmeye çalışılan kilolar, hayatları alt üst eden erkekler… Uzun uzun değil, parça parça. Ve belki de bu yüzden başlarda hikâyelere dahil olmakta zorlanabilirsiniz lakin ısrarcı olmakta fayda var. O parçalar etrafınızda dolanacaklar, yan yana gelecekler; Sabiha’nın diktiği elbiseler, Sezin’in yaptığı yemekler ve Füsun’un vermeye çalıştığı kilolar mana kazanacaklar.
Sabiha bir aldatılış ve terk ediliş hikâyesini anlatırken, Sezin ilk kızı Semiş’in trafik kazasında ölmesiyle kalbini ve aklını nasıl yavaş yavaş kaybettiğini bize döküyor. Sezin’in ikinci kızı Füsun annesinin fazla fazla yaptığı yemekler nedeniyle (ki o yemeklerin de ayrı hikâyesi var) aşırı kilolarıyla uğraşan bir karakter. Anlatı içerisinde en aklı başında karakter olmasına rağmen yetiştiği şartlar ve yaşayacakları onun da deliliğe gidişini hızlandıracak.
Herbiri ayrı ayrı “kabuk”lar giyinmiş bu üç kuşak, bizleri hikâyelerinde yoğun bir bilinç akışına maruz bırakıyorlar. Kabuğun dışındansa iç tarafının, derilerinin altında kalan yaraların izlerini bizlere dökerken aslında nasıl ortak yaşamların etrafımızda dolandığını, acıların bir şekilde toplum içerisinde nasıl benzeştiğini gösteriyor. Kitapta kadın karakterlerin ağırlığı ve onların sıradan olamayışları nedeniyle yadırganarak “deli”, “farklı” olarak yaftalanmasının temelinde toplumun değer yargıları, algıları ve baskısının yattığını çözümlemek hiç de zor değil. Anlatıda erkek karakterlerin anlatıcı olarak baskın bir rolde bulunmamasına rağmen, ana karakterlerimizin hayatlarında bıraktıkları izler, boşluklar nedeniyle ataerkil toplumun yapısına bir gönderme yapıldığını düşünmeden edemiyorum. Kadının baskı altında tutulduğu, erkek egemen toplumun içselleştirdiği koşullara göre yaşadığı bir yığın, kendisi olamayan kadınların duygusal olarak sakatlanmasına neden oluyor. Kadın susuyor, kadın içine atıyor ya da kendisiyle konuşuyor…
Zeynep Kaçar, kendi içine doğru konuşan cesur bir romana imzasını atmış. Hüznü, acıyı, kadın olmayı, anneliği, duyguları sakat bırakılan kadınların ağzından dinletiyor. Etrafımızda sessiz bir yığın olarak duran anlamadığımız, görmediğimiz, bilmezden geldiğimiz kadınların varoluş çabalarını bizlere sunuyor.
Kabuk, bu yılın adından söz ettirecek romanlarından. Bir ilk romandan ötesi, fazlası.
- Zeynep Kaçar – Kabuk
- Sel Yayıncılık – Roman
- 174 Sayfa