2009 yılında Oliver Parker tarafından filmi de yapılan, 1891’de yayımlanmış Oscar Wilde’a ait roman. Yayımlandığı dönemde ahlaksızlığa bir övgü olduğu gerekçesiyle eleştirmenlerce adeta topa tutulmuş olmasının bir edebi dayanağı olmadığı kanısındayım. Hatta romanın gayri ahlaki olduğunu da düşünmüyorum.
Sanayii devriminin lokomotifi olan, kapitalizm açısından baktığımızda devrin Amerika’sı diyeceğimiz İngiltere’nin o döneme ait artı ve eksileri malumdur. Hızla büyüyen sanayi ve ekonomi, soyluların yerini alan kapitalist sınıf, sonradan oluşan proleter sınıf ve bu sınıflar arasındaki yaşam standardı farkı. Ezenler, ezilenler, parası ödenmeyen çocuk işçiler ve bu tutarsızlığın getirdiği hiç de adil olmayan ahlak anlayışı… Bu ikilemi sf. 189’da Basil’in ağzından da duyarız: “… Peki ya kendilerini ahlak simgesi olarak gösteren bu kişilerin yaşantısı nasıldır? Aziz dostum, unutma ki bizler ikiyüzlülüğün anavatanı olan bir ülkede yaşıyoruz.” Ve romanın sonlarına doğru Lord şöyle der: “Ancak yırtıkların ayakta kalabildiğinin resmidir bizim ırk.” (sf.242)
Bir romanı incelerken genel olarak bakış açım yapısalcı anlayışa uygun olsa da o romanın yazıldığı dönem, toplum, yazar, okur gibi romanın içeriğine anlam yükleyecek etmenlerden çok da uzak durduğumu söyleyemem. Gerçi söz konusu romana bu yönde bakışım çok da sabit değil. Bu bakışım daha çok o devrin eleştirmenlerinedir, diyebilirim.
Dorian Gray okurun kendi zihninde az çok canlandırdığı ama yine de zaman zaman “Ah şunu bir göreydim!” demekten, sonra da “Günümüzde o kadar çok Dorian var ki…” diye düşünmekten kendini alamadığı bir karakter. Onun meleklikten şeytanlığa adım adım geçişini izlerken, sıradan bir ahlaksız olmadığını kendisiyle nasıl mücadele ettiğini fark ederiz.
Haydi şu yaygın benzetmeyle söyleyelim; bir omzunda iyilik meleği Basil Hallward, diğerinde ise hazcı şeytan Lord Henry’nin arasında ne yapacağını şaşırıp sonra şeytana yenik düşen ve bundan ölesiye pişman olan fani.
Oscar Wilde bizi Lord Henry vasıtasıyla güzellik, dostluk, sanat gibi konular hakkında düşündürür. Lord Henry’nin hazcı, umursamaz, bencil tavrı kadınları da küçümser. Dorian’ı âşık olduğu tiyatro oyuncusu genç bir kız olan Sibyle Vane’den soğutmak isterken şöyle der: “ Sevgili yavrum, hiçbir kadın büyük yetenek olamaz. Kadınlar süs için yaratılmış bir cinstirler. Hiçbir zaman söyleyecek bir şeyleri yoktur, ama pek tatlı söylerler bunu. Kadınlar, fiziğin zihin üstündeki yengisini simgelerler, nasıl ki erkekler de zihnin ahlak üstündeki yengisinin simgeleridir.” (sf.66) Yine 223 ve 224’te şöyle der Lord: “ Geçmişi olan kadınlar ve geleceği olan erkeklerden hoşlanırım ben.” “O adam sıkıntıdan patlatıyor beni, en az karısını sıktığı kadar. Düşes çok zeki, bir kadın için fazla zeki. Zayıf olmanın o anlatıma sığmaz çekiciliğinden yoksun.” ( Zulmü ezikliğinden gelen erkek egosu diyelim mi buna? )Bu sözler Hollanda ve İngiltere’de başlamış ve yavaş yavaş ivme kazanmış feminist harekete karşı söylenmiş sözlerdir kanımca.
Tüm roman boyunca Lord’un temsil ettiği “şeytan”, gerçekte cinsel tercihi ve yaşam tarzıyla toplumda sürekli ötekileştirilen Oscar Wilde’ın tüm ayrıntısıyla anlatabileceği ve bu yolla eleştirebileceği bir karakterdir fikrindeyim.
Meleği temsil eden Basil ise, Dorian’ın yüzünün de içinin de güzelliğini görebilen, yaptığı portreyle bunu Dorian’ın kendisine de gösteren aziz dostudur. O, Dorian’ı her şeyiyle bilir, onu her yönüyle tanır. Onun ruhunu görür. Hep genç ve güzel kalacağı için kendi portresini kıskanan Dorian, sebebi olduğu ölümü umursamaz, hazcı yaşantısına hız verir. Fakat o talihsiz ölümün hemen ardından portresindeki ilk kötü değişimi fark eder ve bundan korkar. Bir felakete sebep olduğu bu portreye bakanlarca fark edilecek diye derin endişe duyar ve onu ortadan kaldırır. Fakat batağa düşen her fani gibi pişmanlıktan pişmanlığa sürüklenerek ve her defasında portresindeki o melek yüzlü adamın giderek nasıl da bir canavara, şeytana dönüştüğüne şahit olarak sefil hayatına devam eder. Suya düşen kelebek gibi çırpındıkça kanatları ıslanır ve batar.
Esas sonunu ise onun bütün ruhunu gören aziz dostunu öldürüşü hazırlar. Portreyi gören ressam, Dorian’ın ruhunun nasıl da kirlendiğini, onun nasıl da ahlaksız biri olup çıktığını anlar. Bunun duyulmasından korkan ve kendi ahlaksız yaşamını içten içe asla onaylamayan Dorian dostunu da ortadan kaldırmakta bulur çareyi. Fakat bu onun iç hesaplaşmalarını artırmaktan başka bir şeye yaramaz. Kendi kendine savunması şudur: “Kendi ruhunun yaşarken ölmüş olmasıydı onu asıl tedirgin eden. Basil onun hayatına gölge düşüren portreyi çizmişti. Dorian bunu bağışlayamazdı.” (sf.272)Bu portre onun ruhunun aynasıydı. O ayna olmasa Dorian kaygısız ve hazcı bir hayat yaşayacak, sorgulamayacaktı çünkü. Şu durumdaysa Dorian için durum şöyle özetlenebilir: “Yaşamak öyle büyük bir hayal kırıklığı ki!” (sf.222)
Bu hayal kırıklığını daha fazla uzatamayan Dorian, iyi olmaya karar verir. Yaptığını zannettiği küçük iyilikten sonra portresinde bir iyileşme göremeyince portresinin yanında intihar eder. Hizmetçileri onu bulduğunda Dorian’ın portesi ilk günkü gibi ve efendilerini son gördükleri gibi güzel ve kusursuzdur. Yerde kanlar içinde yatan adamsa efendilerinin kıyafetlerini giymiş çirkin, çökük ve iğrenç yüzlü bir adamdır.
Lord Henry haklıdır. Yaptığı onca kötülüğe rağmen “Portresi başına vicdan kesilen” Dorian (sf. 274) yeterince yırtık olamamış ve ayakta kalamamıştır.
Sözün özü, roman ahlaksızlığın yüceltildiği bir roman değil, Victorian dönemin ahlak anlayışını ve ikiyüzlülüğünü ortaya çıkaran bir roman olarak görülebilir. Bunu bu şekilde dile getiremeyen eleştirmenler günah keçisi olarak yazarın kendisini ve yarattığı eseri bulmuşlar ve yine bir ikiyüzlülüğe imza atmışlar kanısındayım.
Oscar Wilde yazdığı bu tek romanında, edebi açıdan bakıldığında karakter yaratmada başarılı. Nihal Yeğinobalı’nın çevirisi ile okuduğum dil akıcı. Aksiyon sürekli. Dorian’ın geliştirdiği özel zevklerinin anlatıldığı bölümlerde tasvirler sadece aksiyon merakında olanları sıkabilir gibi görünse de bu bölümler karakteri anlamamız için önemli ve biraz oryantalist bir edada. Okudukça içine gireceğiniz, sonunu tahmin etseniz de okumaktan zevk alacağınız bir roman.
Ve aynı zamanda herkesin kendinden ve devrinden bir şeyler bulacağı kesin.
Bu yazı daha önce http://blog.milliyet.com.tr/egitim-ve-edebiyat/Blogger/?UyeNo=2655739 milliyetblog’ta yayımlanmıştır.