“…Çocuk doğurmakla kalmayıp onları besleyen, her gün ailelerinin yeniden üretimini sağlayan, her bireyin onların bedeninden geçip bu dünyaya geldiği kadınlar, cadı avları da dahil olmak üzere neden bunca şiddetin hedefi oluyorlar?”
Ünlü İtalyan aktivist Silvia Federici, Otonom Yayınlarından çıkan 120 sayfalık “Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar” isimli kitabında temelde bu sorundan hareketle, sürekli ortaçağa özgülenen kadınların cadı ile özdeşleştirilerek bir bakıma toplumdan izolasyona tabi kılınan politikaların ardı sırasındaki gerçekleri önümüze seriyor. Cadı olduğu varsayılan kadınların avlanıp yakılmasının üzerinden beş yüz yıldan fazla zamanın geçmesine karşın kapitalizmin şafağında ilkel birikim sürecinde kapatılan, emek gücünü üreten mekanik bir bedene indirgenen ve tüm ortak olanların çitlenmesine direnişi ile korku salan kadın bedeni, ibretlik işkencelerin deneme tahtasına nasıl dönüştürülmüştür? Öncelikle kitabın bir takım yeni düşünceleri ortaya koyduğu çok açık. Yazar Silvia Federici olayları klasik bir feminist kuramdan hareketle ele almayıp, üretim ilişkilerinin odağında, kadın bedeni üzerindeki yaklaşımların arketipini ortaya koyuyor.
“…günümüzde özellikle siyahi, daha önce sömürgeleştirilmiş, proleter kadınlara yönelik şiddetin bir boyutu da, mülksüzleştirmeyi reddeden ve köleleştirilmiş toplulukların nesiller boyunca ürettiklerini geri alma mücadelesi veren isyancı gençlerin annelerine yöneltiyor. Bu anlamda ABD hükümetinin hem yerelde hem de dünya çapında yürüttüğü toplu kapatma politikaları ile siyahi/yoksul kadınlara yönelik saldırılar arasında bir devamlılık söz konusudur. Sözde üçüncü dünya ülkelerindeki kadınlar ise onları işe yaramaz, toplulukları için birer yük ve geçimlik tarım gibi kamu yararına ters olduğu varsayılan üretim biçiminin savunucuları olarak gören ekonomi politikaları tarafından şiddetin nesnelerine dönüştürüldü. Bu yeni şiddet dalgasında bir başka anahtar etmen de sermaye birikiminin, hedef alınan toplulukların yerinden edilmesini ve yeniden üretim araçlarının yok edilmesini gerektiren doğal kaynak çıkarma ve işletme pratiklerine çok bel bağlamasıdır.”
Federici işte modern/kapitalist öncesi bir durum olarak sürekli günah çıkartılmaya maruz kalınan, cadı nefreti döneminin kapanmadığını, hatta kapitalist toplumda, üretimin çitlenmesi ile yeniden yapılandırılan toprak ve üretim rejimi ile daha acımasız bir cadı avı harekatının başladığını savlar. Bunu yaparken, gelişmemiş kimi ülkelerin, örneğin Gana, Kongo, Nijer, Kenya ya da Hindistan’dan örneklerle bunların kapitalist yazınında belirtildiği haliyle yalnızca geleneklerle açıklanamayacağını, kapitalist toplum yapısı ile birlikte, bütün halde ele alınması gerektiğini belirtir. Yazar olayın bu şekilde algılanmasının, gerçekliğin tespiti açısından önemine değinir:
“…cadı avlarının tarihini ve mantığını, günümüzde de sürmesini sağlayan sayısız yöntemi anlamak için çabalamak gerekiyor. Zira yalnızca hafızamızı güçlü tutarak bunun bize karşı kullanılmasını engelleyebiliriz.”
Yazarın bu kitabını bir bakıma bütünlüklü bir seçki olarak görmek mümkün. Daha önce yayınlanmış “Caliban ve Cadı” kitabından hareketle yazar, temel yaklaşım olarak kapitalist üretim biçiminin temel zulüm aygıtının kadınlar üzerinde yoğunlaştığını, ekonomik yaşamın sermayeleşmesinin en çok kadınları yoksullaştırdığını, kadının cinselliği ve üreme kapasitesinin düzenlenmesinin de daha sıkı bir toplumsal denetim biçimini gereksindirdiğini iddia eder. Buradan hareketle Michel Foucault’un başka bir bağlam ve kaygıyla ortaya koyduğu büyük kapatılma rejiminin sebeplerine varır. Yazarın cadılık ilişkisi ile birlikte ele aldığı izolasyon ve kapatılma rejimli okuma denemesinin altında yatan neden olarak modern kapitalist dünyanın yükselişine yol açan toplumsal süreçler kümesinin tam olarak algılanmaması yatar. Buradan Avrupa sisteminin bir bakıma günahlarından arınma sürecine girdiğini, bu toplumsal rejimin cadı politikalarının gelişimine katkısının göz ardı edilmemesi gerektiğini belirler.
“…böyle bir tarih okumasıyla Afrikalı köleler, Afrika ve Latin Amerika’nın mülksüzleştirilmiş köylüleri ve Kuzey Amerika’nın katledilmiş yerli nüfusu ile tıpkı onlar gibi on altı ve on yedinci yüzyıllarda ortak alanları ellerinden alınan, ihraç ürünlerinin üretimine geçişle birlikte açlığı deneyimleyen ve şeytani bir anlaşmanın işareti olduğu düşünülerek direnişleri işkenceyle bastırılan Avrupalı cadılar akraba olarak görülebilir.”
Modern toplumda yükselen patriarkal, mizojinist yaklaşımlar aslında yazara göre cadılığın tarihsel devamlılığının kanıtları gibidir. Yazarın özellikle yöntem olarak benimsediği ekonomik/politik okuma, kendisini en çok Avrupa’da on beşinci yüzyılın başında kapitalist ilişkinin ön hazırlığında çitleme yoluyla ortak mülkiyet yapısının kalkmasında gösterir. İngiltere’de toprak sahiplerinin ve varlıklı köylülerin ortak arazi alanlarını çitle çevirmeleri, böylece de örfi hakları feshedip, sadece bu topraklar üzerinde hayatta kalabilecek çiftçi ve köylü nüfusu buralardan tahliyesi, aslında yeni bir cadı avının ön etüt çalışmalarıdır. Toprağın ticarileşmesi ve parasal ilişkilerin yaygınlaşması, kadınlar ve erkekler üzerinde farklı etkiler yaratmıştır. Arazi sahipleri, misilleme korkusu içinde yeni düşmanlıklar üretme yolunu denemişlerdir. Bu düşman kapı kapı dolaşıp dilenen ya da yoksul yardımı ile kıt kanaat geçinen yoksul kadınlardır artık.
“…kadınları, erkeklere tabi bir toplumsal konuma hapseden mizojinist kurumsal politikaları, kadının her türlü bağımsızlık iddiasının ciddi şekilde cezalandırılmasını ve toplumsal düzenin yıkılması gibi görülen her türlü cinsel ihlali de cadılık suçlamalarının ardındaki ekonomik etmenlere eklemek gerekir”
Kapitalizm öncesi kadınların mülkiyetteki etkisi, onların doğanın gizli gücüne sahip oldukları algısını yerleştirmiştir. Şifacı, halk hekimi, aktar, ebe, aşk iksircisi olarak büyü yapmak çoğu kadın için bir geçim yolu ve güç kaynağı olmakla birlikte, verilen ilaç işe yaramadığında ise bu kez tam tersi intikamın öznesi olabiliyorlardır. Afrika ülkelerinde ise cadılık karşıtı hareket, yeni eşitsizlik biçimleri yaratarak toplumsal ilişkileri köklü bir şekilde değiştiren para ekonomisinin gelişi ile birlikte sömürge döneminde başlamış ise de, sömürge öncesinde cadı olarak görülenler öldürülmezdi. Ne var ki, 1980’ler ve 1990’lar ile birlikte borç krizi, yapısal düzenlemeler ve para devalüasyonları ile birlikte sözde cadılara duyulan korkunun kökeninde, kapitalist üretim biçiminin bu ülkelere uyguladığı ekonomik modelin insanların hayatlarını yöneten bu gizil güçleri anlamadaki yetersizlikleri yatar. Yerel ekonomiler, uluslar arası politikaların ve küresel piyasanın görünmez eli tarafından dönüştürüldükçe, ekonominin değişmesinin ve birileri refaha ererken diğerlerinin yoksullaşmasının ardındaki sebepleri anlamak insanlar için artık zorlaşmaya başlar. Bunun sonucu ise yazara göre, ekonomik liberalleşmeden fayda sağlayanların yoksullar tarafından efsunlanmaktan korktuğu ve çoğu kadın olan yoksulların da dışlandıkları bu zenginliği şeytani sanatların bir ürünü olarak gördüğü karşılıklı bir hınç ve şüphe ortamı olarak kendisini gösterir. Bunun bedelini ise kitapta Ogembo’dan atıflarla cadı olarak görülen kadınlar çekerler en çok. Kitap bu bakımdan modern/ilkel toplum şeklindeki düalisttik yaklaşımı reddederek, tarihsel ve mekânsal bütünlükle cadılığın arkeolojisini çıkartır. Kitabın sonlarında ise yeni cadılık eksenli izolasyon politikasına dönük mücadele yöntemleri sunulur. Yazar, kitabın temel yöntemini son olarak şu sözlerle dile getirir:
“…cadı avı köydeki yalıtılmışlığından kurtarılıp daha geniş bir çerçeveye yerleştirilmeli, hem köy hem de ulus seviyesinde gelişen diğer süreç ve olayların sürekliliği dahilinde irdelenmelidir.”
Bu anlayışla artık cadı bir turizm malzemesi ya da lakap olarak kalan naif bir sıfat olarak değil, ekonomik politiğin aslında temel bir şiddet aygıtı ve karşılığı olarak teşhiri olarak ortaya çıkacaktır. Çünkü kimlik olarak cadı imgesi ve bu cadılara dönük ceza aygıtları hiçte bildiğiniz gibi masum değildir, kitabın aktardıklarını delil listemiz olarak görmek mümkündür aslında, daima…
- Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar – Silvia Federici
- Otonom Yayınları
- 120 sayfa
- Çeviri: Bilge Tanrısever