Paul Strathern, bir kitabında “Çağımız asıl eleştiri çağıdır, ki, her şey eleştiriye tabii tutmalıdır kendisini.” der. Fakat çağımız eleştirinin oldukça uzağında durmayı tercih ediyor. Halbuki Azra Erhat’ın da dediği gibi “Eleştiri, yerin dibine batırmak değildir, olamaz.” İşte bu sebeple insanların bir kitap için hissettiği bütün duyguları ve ürettiği bütün düşünceleri özgürce söyleyebileceği bir seri oluşturmak istedik.
“Ne Okuyoruz?” Kitap Kulübü, olumlu eleştiriyi severek paylaşan fakat olumsuz eleştiriyi görmezden gelen yazarların aksine tam da gerektiği şekilde eleştirmeyi amaç edinen bir oluşum olma hayaliyle yoluna başlıyor.
Sekizinci bölümünde Tomasz Jedrowski’nin 2020 yılında çıkan romanı Karanlıkta Yüzmek’ini (İthaki Yayınları, 2024) konuk ediyor.
Umarız, içinizde hissettiğiniz aşk hiçbir engele takılmadan doyasıya büyür ve büyütür sizi, iyi okumalar dileriz.
*
Cansu: Ben şöyle diyerek başlayabilirim kısa ve öz: amma da görkemli bir ilk kitap.
Öyküm: Ben senin aksine kısa ve öz anlatamayacağım ilk kitap diyebilirim bu kitap için. Nedense tahmin edemeyeceğim bir şekilde çok derine indim onun yüzünden.
Cansu: Yok ben de o noktadayım, sabaha kadar konuşsak hayır demem.
Öyküm: Ama bak şunu diyebilirim kısaca. Bülent Ortaçgil’in bir şarkısı çalmaya başlamıştı kafamda kitaba ilk başladığım zamanlarda. Ben genellikle müzik dinlerim beni yormayacak tarzda kitapları okurken. Ama bir şeye odaklanmışken başka yerden uyarıldığım zamanlar azdır. Tam da yüzmek için soyunan Janusz’ı okuduğumda şu çaldı: Senin tenin sıcak, benimse içimde bir kedi. Yumdu gözlerini. “İşte aşk!” dedi.
Cansu: Vay canına. Bu nasıl denk geliş böyle? Sanatın farklı dallarını tek potada erittin, kendin de erirken, diyebilir miyiz?
Ben derine inmekle kalmayıp bir adım sonrasına gidip Giovanni’nin Odası’nı okuyup karanlık kuyulardan bir süre daha çıkamadım. Ama bundan daha sonra bahsederiz. Ben sana şunu sormak istiyorum. Bu kitabı okuduktan sonra sende çağrışım yapan kelimeler ne, merak ediyorum.
Öyküm: Bak bak içimde yalnızca aşk aşk aşk aşk yankılanıyor. Hem de her şeye rağmen. Ama etrafı çok dolu bu aşk kelimesinin. Savaş mesela, acı, paylaşmak, zorunluluklar, mücadele, vazgeçmek… Her kelimenin arasına aşk diyesim geliyor. Ne olursa olsun bildiğin o evin kapısına ulaşabilmenin rahatlığı gibi bir kelime oldu aşk bu kitaptan sonra. Sende hangi kelimeler yankılandı?
Ben erimedim, bittim bence…
Cansu: Ben aşkı ve her şeyin -maalesef ki- politik olmasını bir kenara bırakarak aklıma gelen ilk kelimeyi söyleyeyim: güven. Kime güvenmeli ya da kime güvenmemeli? Kime niçin güvenmeli? Ne zor soru. Bunun üzerine düşünüyorum kitabı bitirdiğimden beri -ki yaklaşık bir ay geçti okumamın üzerinden.
Öyküm: Sorunun cevabı şu olabilir mi: kendinden başka hiç kimseye?
Cansu: Sanırım bu benim hayata bakışımın tam tersi bir yerinde durduğu için ve sürekli istemsizce herkese güvenmek istediğimden benim için zor. Gerçi hiçbir zaman bu kitaptaki karakterler gibi berbat ve zorlu durumların ortasında kalmadım. Hayat beni bulduğu her fırsatta benliğim, kimliğim, cinsel yönelimim ve sevdiğim insan üzerinden tehdit etmedi diyeyim en azından.
Öyküm: İşte bu sebeple bende yankılanan kelimelerden biri de mücadeleydi. Benliğiyle mücadele verdi Ludwik, bir erkeğe âşık olmanın kendisinde hissettirdikleriyle. Cinsel yöneliminin ülke şartları içerisinde yok sayılacak kadar önemsizleşmesiyle mücadele verdi. Çünkü kendisi bunun aksine çok önemsiyordu yaşadığı şeyi. Aşkıyla mücadele verdi. Âşık olduğu insan Janusz’u sırf daha iyi, daha huzurlu, savaşla kıvranan ülkesine rağmen daha az hasarla atlatmak için devlet yönetimine yakın insanın kızıyla yan yana, kol kola, dudak dudağa gördüğü her dakika… Of of of. Sen bana yalnızca kitap önermedin. Bir kibrit çakıp bütün köyü ateşe verdin Cansu.
Cansu: Bence bu kitabın en muazzam yanı kişisel bir deneyim sunması. Her okuru başka yere götürebilecek bir kitap her şeyden önce ve bu yanıyla da benzersiz bence. Çağdaşımız bir yazar ama diğer yandan anlık biçimde klasik bir roman okuma hissini de verdi bana mesela. Tarihini müthiş bir düzlemde anlatmasından belki ya da belki de oldukça evrensel bir şeyi anlatmasından bilemiyorum.
Ben de güzel bir hikâyeye kapılıp gideceğimi kitabın henüz ilk sayfasındayken anlamıştım ama doğrusunu söylemem gerekirse bu kadarını beklemiyodum. En azından duygudan duyguya bu kadar hızlı koşacağımı bilmiyordum. Aynı şey sana önermemle de alakalı bu kadar içinde bir yerde yankı uyandıracağını kestiremedim önerirken, ben de şaşkınım
Burada araya girip merakımı gidermek istiyorum bunu söylemeye utanmalıyım emin değilim ama sen ne düşünüyorsun meraktayım. Bahsettiğin adamın kızı Hania’yı ben çok sevdim. Hatta bayağı çok sevdim!
Öyküm: Her şeyden biraz biraz var sofrada. Politika, aşk, arkadaşlıklar, seçimler, doğru yanlış sorgusu, kalp mi mantık mı, okuma telaşı, geleceğin belirsizliği. Yine her kelimenin arasına aşk yazasım geldi. Evet doktor, düzelecek miyim?
Hania… Hatırlıyor musun, Ludwik cinsel yöneliminden dolayı bir başka eşcinsel tarafından ifşa edilmişti. Polis sorguya çağırıyordu. Pasaportunu da alıyordu. Sırf işini halledeceğini bildiği için Hania’ya gitmek konusunda çelişkilerle dolu bir kafayla oturuyordu. Bir yanda gerçekleri kabul etme cesareti ve korkusuzluğu, bir yanda geleceği, ülkesi, Janusz. Hania’ya gidip Janusz’a aşık olduğunu ama onun böyle hissetmediğini söylüyordu. Yardım istiyordu. Hania’nın ona “Aaah tamam tamam, sıkıntı yok” rahatlığıyla yardım etmesi bana çok garip hissettirmişti. Sanki gribim canım öpmeyeyim demiş de ah tatlım boş ver, zaten öpücük de bazen gereksiz oluyor diye karşılık veriyordu Hania.
Hania’yı sevdiğin için seninle kavga etmek istemiyorum şimdi…
Ben ön okumadaki 20 sayfayı okurken bu kadar kapılacağımı tahmin etmiyordum. Ben baştan yenildim sonra da sürüklendim, işin komik tarafı kendimi de kontrol etmek istemedim. Sürükleniyor muyum aman koy ver gitsin deyip daha da sürüklendim, indim, düştüm, debelendim…
Cansu: Umut var ama umutsuzluğun doruk noktası olan kitap, Giovanni’den alıntı yapayım bu noktada. “Hepimiz her şeye rağmen aynı karanlık yolun yolcularıyız ve de bu yolun en karanlık ve engebeli olduğu zamanlar aslında aslında en parlak göründüğü anlar -kimsenin daima cennet bahçesinde yaşayamayacağı da bir gerçek.”
Ama şunun da altını çizmek lazım. Sevdiği adamın ona karşılık verip vermediğini ısrarla soruyor aslında o bildiğimiz, daha önce defalarca okuduğumuz, ne olursa olsun benim erkeğim olsun kafasına giren roman karakterlerinden değil bence Hania -ki bence Janusz onun yanında çok daha başka bir karaktere büründüğünden onu da anlayabiliyorum. Keşke ikisinin yalnızken ki hallerini de okuyabilseydik bu arada.
Yazarın anlatımının gücünden gelen bi şey bence bu. Hikâye basit gibi duruyor. Polonya’da olan siyasi bölünme arka planda bütün gerçekliğiyle akıp giderken birbirinden tamamen farklı düşüncelere sahip iki adam arasında yaşanan yoğun aşkı okuyoruz. Böyle bakınca basit. Ama anlatımı o kadar güçlü ki… Ah o kadar güçlü ki! Çok iyi yazılmış. Değindiği politik noktalar bir yana o sıkışmışlığı ele alış biçimi müthiş.
Öyküm: İyi oldu buraya değinmen. Seninle bunu konuşacağız tabii ki. Kitapta Ludwik, yasaklı bir kitaptan bahsediyor: Giovanni’nin Odası. Başka kitabın içine saklayarak okuyordu. Sonra aşklarının bağlantı noktası oluyor bu kitap. Kalbim eriyor. Ben bu kitabı sana sormadan önce Giovanni’nin Odası’nı anlattığı kısmı alıntılamak istiyorum. Sen bana konuşmayı istersen ben de bu kitabı bitirdikten sonra yapalım dediğinde heyecandan dört köşe olmuştum.
“O gece Giovanni’nin Odası’nı çantamın en dibinden çıkarıp ötekiler uyuduktan sonra el feneriyle okumaya başladım. İlk birkaç sayfası bile beni hem korkutmuş hem de rahatlatmıştı. Anlatıcının nişanlısına karşı duyduğu suçluluk, Giovanni’ye hissettiği arzu, ona yaptıkları için yaşadığı derin pişmanlık… Ritim, dil, ima edilen bilgi, içindeki kıyamet hissi… Bunlarda doğruca bana hitap eden bir yan vardı. Kafa dağıtmak ya da eğlenmek için değildi: Bu kitap sanki benim için yazılmıştı, kendi diyarına çekmişti beni, hep orada var olan bir şeyle beni birleştirmişti, hep parçası olduğum bir şeyle… Anlatıcının kelimeleri ve düşünceleri-acılarına ve ıstıraplarına rağmen- sırf var olarak bile acımın ve ıstırabımın bir kısmını geçirmişti.” Evet… Bir ameliyat anı gibi, kesildim biçildim bu andan sonra. Gerçekten böyle miydi Cansu? Giovanni’nin Odası’nın okurken hissettin mi Ludwik’i?
Ay ben sevdiğimi paylaşmak konusunda çok kalın duvarlara sahip değilmişim, onu fark ettim. Tamamen güven esas. Güven bende oturunca kıskançlığım sıfıra iniyor. Bu anlamda Hania ile her yalnız kalışında Janusz’un bizi aldatmamış olduğuna o kadar inanıyorum ki. “Bizi” bu arada dikkatini çekerim ahaha. Janusz hissedebildiği bütün duygularıyla tamamen Ludwik’e aitti.
Cansu: Gerçekten böyleydi. Daha fazlasıydı hatta bana kalırsa. Ah Giovanni… Yedi bitirdi beni. Gördüğüm en hastalıklı aşık karakter olarak zihnime yerleşti. Ve laf anlatmanın çok zor olduğu aşıklardan biri. Zavallı Giovanni.
Sen şaka mısın bir de ben kendim güvenmeyi seçerim falan diye artist artist konuşmuştum. Sen benden beter çıktın. Janusz’a gram güvenmem. O çıkarları için her şeyi yapabilecek bir karakter bence.
Öyküm: Kendime 2014 yılında sevdiğim bir çocuk için yazdığım yazıdan alıntı yapmak istedim. Buyrun aşk mektuplarıma: “Geri dön,benimle konuş diye yazmıyorum bu satırları. Yada biri hakkımda yazılar yazmış demen içinde değil. Ben kendim için yazıyorum. İçimde bir yerlerde bana küs yaşayan çocuk için. Beni unutturan ama hala benimle olmaya çalışan kalbim için.
Kendimi toplamaya çalışırken yerden, bir el belirir ya uzaktan, o el de benim. Birbirimizi tutarken birbirimiz üstüne düşen benim için.” Başkası için yazdığım bu satırlarda şunu fark ettim: Kız Ludwik benmişim ya…
Ahahahah yanlış insanlara güvendiğimin kanıtı olabilir mi bu? Resmen hayatımın özeti buyrun bakalım…
Yani Ludwik ve Janusz gibi bir aşk var mı demek istiyorsun?
Cansu: Tomasz Jedrowski, James Baldwin’den ve Giovani’nin Odası’ndan etkilendiğini gizlemek bir kenara resmen bulduğu her fırsatta bağırıyor etkilendiğini. Hakkıdır. Zaten kurduğu dünyada, açılış sekansı dahil olmak üzere çok benzer. Yine çaresiz iki adamın benzer aşkı. Ama karanlıkta yüzmek çok daha umut dolu Giovani’nin Odası’na göre.
Ooo! Pandora’nın kutusu açıldı hanıım. Sen gerçekten Ludwik’sin!
Neyse şimdi bir şey demeyeyim ama evet bu bir kanıt diyebiliriz bence ahah!
Öyküm: Peki Karanlıkta Yüzmek’i düşününce aklında kalan ilk sahne ne, çok merak ediyorum.
Cansu: Çok fazla sahne var, romantik pek çok an ve çaresiz pek çok an, yalnızlık hissedilen anlar. Hastalık anları var mesela, doktor bulamadığın için kendi kendine yetmen gereken anlar. Ama benim aklıma kitabın zaman çizelgesinin gerisinden bir an geliyor. Zira o sahnede pek etkilendim! Ludwik’in çocukluğunda annesi ve büyükannesinin gizlice radyodan genel çevrede hoş karşılanmayacak bir kanaldan ülkenin haberlerini dinledikleri ve Ludwik’e artık sen de büyüdün, bazı şeyleri öğrenmenin vakti geldi diyerek minik bir dünyanın özetini geçtikleri bir an var. İşte o sahnede bütün çaresizliği, bütün yalınlığıyla hissettim diyebilirim. Peki senin?
Öyküm: Ve yıllar sonra o radyo kanalına denk geldiği an o zamanlara dönüş yapmıştı zihni. Ne kadar çok şey yaşarsan yaşa işte bazen bir ses, bir koku hop! seni oralara götürebiliyor. Her şey dünkü gibi berrak, canlı canlı sanki.
Cansu: İşte hayat.
Öyküm: Benim de öksürmekten ölmeye yaklaşan Pani için doktor arayışında olduğu ama hiçbir şekilde randevu bulamadığı o zamanlarda Janusz ile karşılaşmasını ve Pani’nin hasta olduğunu, doktor bulamadığını -bence tamamen içini dökmek için- anlattığı o günden sonra ete zar zor ulaşılabilen bir dönemde kapısının önünde tavuk bulmasını hatırlıyorum ilk olarak. Tavuk suyu çorbası yap, ona iyi bak demişti Janusz. İşte nereden bileceksin yalnız kaldığını, kimsenin olmadığını düşündüğün o karanlık gecenin bir aydınlığa çıkmayacağını? Ben böylesi hareketlerde çok duygulanıyorum. Neyse ki cümleler içerisinde kimse ağladığımı göremez herhalde…
Cansu: Bir de aklıma gelen ilk cinnetlik olduğum sahneyi söylemek isterim. Janusz’dan hiç hoşlanmadığım yeterince anlaşılmadıysa belki daha ikna edici olabilir. Zavallı iyi niyetli, özgürlük peşinde ve iyi bir dünya kovalayan Ludwik’imiz, Janusz’ a et fiyatlarının bir anda yüzde altmış artmasını üstüne diyor ki: “Gıda fiyatlarını duydun mu?”
Peki Janusz aymazı ne diyor? Söyleyeyim: “Zam yapıyorlarsa yapmaları gerektiğindendir.”
NE?
Öyküm: Ahahahahahaha, Ludwik’ciyiz buna seviniyorum. Tabii ki kendim gibi amansız bir aşık Ludwik’i savunacağım. Ama Janusz tamamen senin o çok sevdiğin biricik Hania yüzünden kendini refaha alması sebebiyle bu hale gelmiş de olabilir, unutmayalım.
Cansu: Ben de daha çok Janusz’un o tavuğu bulduğu kanalları konuşmak niyetindeyim. Çünkü bu ikiyüzlülüğe daha fazla tahammül edemeyeceğim… Aaaaa!
Öyküm: Bu arada Janusz ülkemizden bir genç olsaydı çok iyi bir…. neyse. Şimdi politik cevaplar vermek istemiyorum. Bilirsin ben politik atak geçirince kendimi tutamıyorum.
Cansu: Kavga çıkmak üzere. :) Aldırmaymış… Kardeşim kaç yaşında adam? Spoiler vermek istemem o yüzden susma hakkımı kullanıyorum.
Bu arada evet Janusz’u senin karşına versek delirirsin normalde. Romantik yanıyla seni kandırabilmesini istemem. Düşünsene birine diyorsun ki ülke berbat, ekonomi, özgürlük, o, bu, şu.. Ve karşılığında cevap şu: Eeee yani? Bunlar olması gerekenler.
O iş bende, sen rahat ol hayatım.
Öyküm: Sen bakma bana şu aşk zaten hayatın engellerine takılıp bitmeseydi benim de hayatıma seçtiklerim hayatımda olurdu. Janusz, kendisi için gerçek olan her şeyi göz ardı etmeyi seçti. Ludwik ise hayatı için yaptı bu seçimi. Kendi geleceği için diyelim ya da.
Hastalıktan falan bahsediyorum. Doktor randevusu, kalabalık, öksürük, ölüm filan. Janusz bana gelip diyor ki “Tamam tamam, sadede gel. Söyle bana ne istiyorsun? Tavuk mu, oldu bil. Para mı, çok kolay. Başka bir ülke mi, tek nefeste hallolur.” Ahahaha düşünemedim. Janusz’un ağzını kulaklarına kadar yırtardım muhtemelen. Ne diyorsun ablasının gülü? Her şey torpil mi filan.
Cansu: Ludwik için fena olmadı aslında. Sen bir de Giovanni’yi gör. Orda durum daha fena…
Şu bir gerçek ki Janusz çok fena bir biçimde kendi çıkarlarını ikisinin çıkarlarıymış gibi gösterip üçüncü bir kişinin imkanlarından yararlanarak, Ludwik ile aralarında onarılamaz bir uçurum yarattı ve bunu hiç düzgün biçimde de yapmadı.
Maalesef ki her şey torpil, her şey yakınlık. Ne üzücü ve de ne tanıdık.
Öyküm: Buna o evde hep birlikte vakit geçirdikleri zamanda gözlerimizle şahit olduk. Bana çok ağır geldi Janusz’un oradaki tavırları mesela. Kendimi orada düşününce, Ludwik gibi sabırlı olur muydum bilemiyorum.
Cansu: Ludwik gerçekten sabırlı. Hem sabırlı hem istekleri güçlü, üstelik cesur. Canım benim.
Öyküm: Bazı durumların zamanı, yeri, insanı fark etmiyor işte…
Ve şey diyebilir miyim izninle, biz Ludwik gibiler hep üzülüyoruz. Bizi üzüyorlar. Sizin gibi birbirini bulan ruh ikizleri üzerine alınmasın. Şey dermişim sözüm meclisten dışarı. Nasıl ya duygularına karşılık bulmak ve buna sahip çıkmak beraber? Bize denk gelmedi de ahahaha.
Cansu: Sanırım queer edebiyat deyip geçilemeyecek kadar kapsamlı bir kitap karanlıkta yüzmek. Katmanları var her yerinden ayrı bir şey düşünüyorsun. Mesela Giovanni için aynı şeyi söyleyemiyorum. Müthiş bir kitap, kesinlikle üzerindeki etkisi çok daha fazla oldu hatta. Ama eklemek istediğim bir şey var: Genel olarak gözlemlediğim kadarıyla Karanlıkta Yüzmek kitabını olumsuz anlamda eleştirmek isteyen okurlar Karanlıkta Yüzmek kitabı için Giovanni’nin tırnağı olamaz tadında yorumlar yapmış; kitabın tırnak olmak gibi bir niyeti yok. Ama illaki öyle bir yerden bakacaksak bence boynuz kulağı geçmiş diyemesem de yakalamış.
Ahahah ben acaba tam olarak bu sebepten ötürü mü böyle acımasızca yorumlar yapabiliyorum diye bir düşünmedim değil şimdi bak.
Öyküm: Hatırlıyor musun Ayı’yı okuduğumuzda demiştik ki bu kitabın kıymetini bilemeyecek okurlar olacak. Mesajı alamayacaklar yani. Ben içten içe Karanlıkta Yüzmek için de düşünüyorum bunu.
Cansu: Ben tam olarak öyle düşünmüyorum. Ayı çok simgesel ve zor bir konuyu anlattığı için orda çok başka bir denklem vardı. Ben burada yargıdan ziyade okurların bir kısmının kitabı başarılı bulup, beğenmeyeceklerini düşünüyorum. Ama çoğunluk aksi bir yerde olacaktır bence çünkü aslında herkesin ülkeye, insana, kendine dair bir şeyler bulabilmesi elzem.
İki adamın aşkı değil de bir kadın ve bir adamın aşkı olsaydı anlatılan eğer genel okur kitlesindeki yankısı daha başka olur muydu bilemiyorum kaldı ki 2024 senesinde bunu düşünme ihtimali dahi içimi sıkıyor.
Öyküm: Ben Ayı’yı aşkı boyutsuz olarak düşünüldüğü için değerli bulmuştum. Karanlıkta Yüzmek de aşkın cinsiyetsizliğini anlattığı için değerli bir yandan. Ama biliyorsun ülkemizde böyle değerlere karşı oluşturulmuş gereksiz kaba bir duvar var. Çirkin yani ve çoğunlukla bu çirkinlik diğer her şeyi gölgeliyor. Yapmayın anneciğim. Yapmayın kuzum. Hayat bu işte. Her şey politik artık biraz. Her şey belli başlı kalıplardan ibaret değil.
Cansu: Bak mesela Pani’nin olduğu -senin etkilendiğin bölüm- sahneden sonra “etik” anlayışım kaydı benim. Yazarın da amacının bu olduğunu düşünüyorum zaten. Mecbur kalınca insan bağlı olduğu inançları, sıkı sıkıya tutunduğu etik duygusunu nasıl yitiriyor ama?
Öyküm: Kitabı bitirdikten sonra düşünmeye vakit ayırmamın, belki sebepsizce ağlamaya başlamamın sebebi bu. Kendimde yapmam dediğim şeylere yapmaya yakın olabildiğimi fark ettim. Sadece o durumla karşılaşmadığım için öyle değilim sanıyormuşum.
Cansu: Evet öyle zaten kitabın özü de o aslında. Diğer pek çok şey olsa da kitabın dengesini sağlayan, esas mesele aşkın cinsiyeti. Gerçekten hala bunları konuşmak garip. Daha da garibi daha da çok yolumuzun olması gibi.
Kitabın gücünü aldığı yerlerden biri sahiden de bu: Bir şekilde büyük konularda düşünmeye itiyor insanı. Başımıza gelmemiş olaylarda yorum yapmak ne kolay. Ben böyle yapmam demek ne kolay.
Öyküm: “Aklımdan çıkarmaya çalıştım ama kitap bana huzur vermiyordu, gevşemiş bir diş gibi umut verip kıvrandırıyordu beni.” Kitaba kitaptan bir cümleyle cevap vermek de manidar oldu ama daha iyi anlatamazdım sanırım.
Cansu: Ben de ekleme yapayım yerini bulsun. “Hiçbir şey temiz ve açık değildi. Kasvetli ikinci el bir dünya vardı.”
Son bir alıntı yapacağım çünkü bu alıntıyı çok seviyorum.
Öyküm: Kesin sevdiğim bir yerden vuracaksın beni. Hazırım, vur.
Cansu: “Toprakla bedenim arasındaki birliğe müsaade ettim, boş verdim, hayatımda ilk kez ne oluyorsa ona müteşekkir oldum, bunun mucizesine tanıklık ettim. Toprağa toprak olduğu için, ellerimi ellerim oldukları için, bitkilere tohumlardan yetiştikleri için ve etrafımdaki herkese hakları, hayalleri ve içlerindeki dünyaları için.”
Öyküm: Sonunu da ben bağlayayım. Kitabı bitiren bölümden alıntı yapayım. Beni de bitirdiği gibi. “İçimdeki boşluğun engin, kocaman olduğunu, sıcaklığa hasret duyduğunu hissediyorum. Ama acı veren bir boşluk değil bu. Daha ziyade umut verir gibi.”
Sahiden dediğin gibi sabaha kadar konuşacağız gibi. İnsanlar kitabı mı okusun sohbetimizi mi karar veremeyecekler ahaha.
Bir sona bağlayalım mı? Mesela diğer bölümlerimizde ilk sorduğum soruyu son soruya çevireyim. Şöyle uzaktan bakınca neler hissediyorsun Karanlıkta Yüzmek ile ilgili?
Cansu: Her şey biraz kişiseldir. Kişisel olan zaten politiktir. Kısaca her şey politiktir. Bunu bir kez daha cebime koydum öncelikle. Ayrıca yazarına teşekkürlerimi sunmak isterim. Müthiş bir etki yarattı üzerimizde. İzi asla silinmeyecek bir şey bıraktı. Bu pek kolay olmuyor. Bütün bu çağrışımları bende yarattığı için zihin sarayıma unutamayacağım bir karakter yerleştirdiği için mutluyum. Bir mutluluğum da bu kitap sayesinde uzunca bir zaman sonra oturup burada konuşabildiğimiz için. Teşekkürler Tomasz Jedrowski. Ve ayrıca son bir teşekkürüm de duru çevirisi için Melek Memiş’e. Evet Öyküm Deniz, sanırım burada bitirmeliyiz, değil mi?
Öyküm: Ben uzun zamandır ağlayamıyordum. Stres, yoğunluk, yorgunluk her şey bunun tetikleyicisi olabilir bilemiyorum. Ama insanın bir duyguyu yaşayamamasının ne kadar yorucu olduğunu herkes anlayabilir. Anlamamış olan da bence Karanlıkta Yüzmek ile bir nebze anlayabilir bence. Tomasz, beni uzun zaman sonra ağlattı. Benim diyeceklerim burada bitse içimde ufacık bir şey kalmamış sayılır. Beni ağlattı yani. Her şeyin üstüne çıkıverdi. Hem de bana ne kavuşulmuş bir aşk verdi ne de mutlu mesut bir insan hayatı. Çok acayip. Hiçliğin ortasında her şeye sahip gibiyim.
Çok değerli bir kitap. Bunun değerini biraz da sana yüklüyorum lütfen kabul et. Sen beni itmeseydin belki de çok geç tanışırdım. Şahane bir dostsun, bir kez daha tekrar etmiş olayım bu sebeple. Sevgili Melek Memiş’e minnettarım. Öyle derinlerdeyim ki olmasaydı olmazdık filan diyeceğim ahah! Seni seviyorum Cansu. Kavuştuk. Sizi seviyorum Tomasz Jedrowski, Melek Memiş. Yahu hayat seni de seviyorum her şeye rağmen. Ama beni zorlama.
Cansu: Bu müthiş cümlelere tek bir şey eklemek istiyorum, o da şu: Umut her zaman bir yerlerde var, gizlenmiş bile olsa var, budur bizi ayakta tutan. Umudumuzu yitirmediğimiz nice günlere.
*