1977 yılında 43 yaşında aramızdan ayrılan edebiyatın önemli bir kalemiydi Oğuz Atay.
Türk edebiyatında post-modern edebiyatın bir anlamda kurucusuydu.
Yıllarca üzerinde çalıştığı büyük projesi “Türkiye’nin Ruhu” eserini tamamlayamasa da ardından başyapıt niteliğinde eserler bıraktı. “Tutunamayanlar”, “Tehlikeli Oyunlar”, “Oyunlarla Yaşayanlar”, “Korkuyu Beklerken” ve “Bir Bilim Adamının Romanı” Oğuz Atay’ın Türk edebiyatına kazandırdığı ve naçizane görüşüm olarak her biri birbirinden değerli eserlerdir.
Onun eşsiz yaşamı ve eserlerinin hakkını vermek adına her eserini uzun uzun ve tek tek konuşmak gerektiğini düşünsem de bu yazımda “Oyunlarla Yaşayanlar” eseri üzerinde duracağım.
Bu eser, Oğuz Atay’ın nitelendirdiği üçleme eserlerinden sonuncusudur. Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar ve Oyunlarla Yaşayanlar eserleri biyografik bir üçlemedir. “Tutunamayanlar” eserinde çocukluk hayatını, “Tehlikeli Oyunlar” eserinde evlilik dönemini anlatmaktadır.
“Oyunlarla Yaşayanlar” eseri ise “oyun” türünde yazdığı hayatının daha çok 40’lı yaşlarından sonrasına dokunduğu önemli bir eserdir.
Oğuz Atay, metinlerinde ağırlıklı olarak iki sorun üzerinde durmuştur: “aydın” ve “oyun”
Oğuz Atay’ın bütün eserlerinin temel sorunu aslında bu iki kelimedir.
Eserlerinde geçen “oyun” kelimesi de tesadüf değildir.
Türk toplumunu bütün özellikleriyle bilen Oğuz Atay, metinlerinde “sözde aydınları” ve hayatın aslında bir “oyun”dan ibaret olduğunu vurgulamaktadır.
Ülkemiz aydınlarının toplum içindeki konumlarını sorgulamıştır.
Oğuz Atay ve eserleri bu yüzden hep tartışma konusu olmuştur. Çünkü o benimsediği yenilikçi dil ile yeni bir üslup yaratmış, bunları da gündemdeki konuları ya da sorunları tartışmak için kullanmıştır. Bu nedenle belirli çevreleri her daim rahatsız etmeyi başarmıştır.
Oğuz Atay’ın metinlerinde “oyun” kelimesi hem evrensel hem de bireysel bağlamda incelenmelidir.
“Oyun” kelimesi onun eserlerinin adeta anahtarıdır. Çünkü Oğuz Atay, insanların bir maske takarak gezdiğini, oynanan yaşam oyunlarıyla ömür tükettiğini ve çoğu kez de bunun farkına varmadığımızı belirtmiştir.
Onun istediği kendimizle yüzleşmemizdir, maskemizi düşürmemizdir. Kendimizle hesaplaşırsak bu oyunu yenebileceğimizi iddia etmiştir. Tehlikeli Oyunlar romanındaki Hikmet’in haykırışlarıyla duyarız bu isteğini: “Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her sabah uyanınca, biraz isteksiz de olsak, hepimiz sahnenin bir yerinde, bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız. Küçük topluluklar olarak, birbirimizden bağımsız davranarak ve birbirimizi seyrederek günlük oyunlarımıza başlarız. Ben Hikmet IV, zamanında – yani Hikmet I olduğum sıralarda – bu oyunu ciddiye almış ve bütün oyunları heyecanla seyretmiştim. Sonunda, kendi oyunumu, bütün oyunların dışında ve gerçek olarak yaşamaya karar verdim. İnsanlarımız, aynı piyesi yıllardır aynı biçimde oynamanın yorgunluğu ve gerçeğe bir türlü benzetememenin bezginliği içindeyken ben, bizlere bugüne kadar hiç yararı dokunmamış olan aklın – daha doğrusu akıl olduğunu sandığımız akıl taklidinin – zincirlerinden kurtularak bütün ülkeleri ve onların gerçek kişilerini içine alan büyük oyunun heyecanı içinde bulunuyorum.”
“Oyunlarla Yaşayanlar” eserinde oyunun nerede bittiği ya da “gerçeğin” nerede başladığı sorunu üzerinde durulmuştur. Ancak Oğuz Atay bilinçli olarak bunu net bir çizgiyle birbirinden ayırmamıştır. Oğuz Atay, insanların yaşamları boyunca oyunlarla oyalandıkları için gerçeklerden kaçtığını savunmuş, bu nedenle de ‘gerçek’ ya da ‘oyun’ kavramlarını ayırmayı gerekli görmemiştir.
İlginçtir ki Oğuz Atay, bu eseri ilk olarak “Hayat Bir Oyundur” adıyla çıkarmıştır. Bu oyunu yazma mecburiyetinde hissetmiş, oyunu bitirince de Kenter Tiyatrosu’na sergilenmesi için öneride bulunma amaçlı götürmüştür.
Yıldız Kenter’in yorumu bu anlamda Oğuz Atay’ın yapmak istediğiyle doğru orantılıdır: “Yıldız Hanım tipleri ve olanları ve her şeyin nedenini pek anlayamadığını söyledi. Genellikle başka şeylerle – Şarlo (?) – benzerlikler buldu. İkinci perdenin daha tekrarla dolu ve sönük olduğunu söyledi. Şükran Güngör etkilendiğini belirtti, ama neyin gerçek neyin oyun olduğunu anlayamamış. Ben de bunu yapmak istediğimi söyledim.”
Aslında Oğuz Atay, insanların algısında tam da bu anlaşmazlığı yaratmak istemiştir. Kimsenin kendini bilmediği bir dünyada gerek de görmemiştir bu olayı netliğe kavuşturmaya.
Oyunun başkahramanı Coşkun Ermiş’tir.
Oğuz Atay’ın metinlerinde isimler oldukça önemlidir. Coşkun karakteri gerçekten de adının özelliğini taşımaktadır. İsmi gibi duygularını üst seviyede yaşayan biridir. Emekli tarih öğretmenidir ve hapsolduğunu düşündüğü sıkıntılı yaşamından çıkabilmek için hiç bitiremediği tiyatro oyunları yazmaktadır. Aslında yazdığı bu oyunlar onun var olma biçimidir. Ancak bu var olma biçimi eşi Cemile’yi rahatsız etmektedir. O gerçek yaşamın sıkıntılarıyla tek başına mücadele etmek zorunda kaldığını hissetmiştir kocasının oyunlara ve oyuncu arkadaş çevresine kendisini adaması nedeniyle.
Cemile: Bu maskaralıklar daha ne kadar sürecek Coşkun?
Saffet: Kendiliğinden gelişen bir oyunu prova ediyorduk.
Cemile: Zavallı bir adamı hırpalayarak kapı dışarı ederek mi?
Coşkun: Şey… daha medeni bir oyun düşünmüştük aslında.
Cemile: Oyun oyun. Biraz da gerçek oyunlarla ilgilensen. Mesela benim para kazanmak, evi geçindirmek için sahneye koyduğum şu dikiş dikme oyunlarımla, Ümit’in her sınıfı iki yılda geçme oyununu düzeltsen biraz. Ya da paralarını içkiye yatırma oyununu adam etsen. Erken emekli olma oyunun bize neye mal olduğunu bir düşünsen… Ne dersin?
Coşkun: Ama bunlar oynanacak bir gün, hem de gerçek bir tiyatroda. O zaman bütün sıkıntılar bitecek…
Coşkun bir yandan oyunlar yazıp eserin diğer kahramanları olan ‘Saffet Söylemezoğlu ve Emel Sevinir’ ile provalar yaparken bir yandan da eşiyle, oğluyla ve Saadet Nine’yle ‘yaşam’ oyununu sürdürmektedir.
Saadet Nine: Bir sesler duydum da… Yoksa Cemil Paşa mı geldi dedim?
Cemile: İşte sana başka bir oyun daha.
Bu kısır döngü onun ruhunu hapsetmektedir. Kurtuluşu sadece yazdığı oyunlarda aramaktadır. Ancak o eleştirdiği sözde aydınlardan çok da farkı yoktur Coşkun Ermiş’in. Kitabın ilk sayfasında parantez içinde verilen sahne düzeninde tipik orta sınıf bir aile resmedilmiştir. Bu resmedilen sahne düzeninde Coşkun Ermiş’in aydın kesme ait olma çabalarıyla, evine tablo yerleştirme telaşıyla karşılaşıyoruz. Eleştirdiği sözde aydınlara benzetme sebeplerimden biri de sürekli okuduğu kitabın sayfa sayılarını tutan biri olmasıdır. Okuduğu şeyin kendisine kattıklarıyla değil sadece niceliğiyle ilgilenmesidir. Nitelikli okur, okuduklarını içselleştiren, kendine okuduğu kitaplardan değerler katan kişidir. Ancak Coşkun kitapların sayfa sayıları arasında kaybolup gitmiştir.
Coşkun: (Coşkun bulduğu kitabın açık sayfasına sevinçle bakar) Üç yüz yirmi iki!
Ümit: Baba, sen manyak mısın?
Coşkun: Manyak sensin. Bu kitaptan tam üç yüz yirmi iki sayfa okumuşum diyorum sana. (kendine gelir) sen ne diyordun?
Bunun dışında kitapta geçen ilk sözler oğlu Ümit’e aittir. (Bu arada Ümit ismi de tesadüfen konulmamıştır. Ülkenin geleceğini temsil etmektedir Ümit.)
Ümit, devrimler üzerine bir ödev hazırlarken ezberlemek zorunda kaldığı tarihler ve isimler için şikayet etmektedir. Bunun üzerine Coşkun Ermiş’le oğlu Ümit arasında bir tartışma başlar:
Coşkun: Bu sokak serserisi lafları edilmeyecek demedim mi ben sana? Çaktık! Sonra işe neden beni karıştırıyorsun? İmtihanlara birlikte mi girdik yani?
Ümit: Türkçe hocasına göre, çoğul konuşanlar alçakgönüllü olurmuş.
Cemile: Çocuklara durmadan ödev veriyorlar. (Coşkun’a seslenerek) Ümit’e biraz yardım eder misin?
Coşkun, insana yüklenen bu toplumsal yükten rahatsızdır. İnsanlara yüklenen ve onları sıradanlaştıran toplumsal görevlere karşı çıktığı gibi insanların kendi hayatını yaşamasına en yakınlarının bile müsaade etmesine anlam verememektedir.
Coşkun: Ne bileyim, sanki kendi isteğimle emekliye ayrılmamışım. Sanki emekliye bile ayrılmamışım, sadece bana yeni bir görev verilmiş. (Heyecanlanır) Peki neden bana verilmiş bu görev? Çok akıllı olduğum için mi? Çok bilgili olduğum için mi?
Saffet: Ne görevi?
Coşkun: Sesler duyuyorum yeniden. (Uzaktan alaturka müzik duyulur. Fasıl heyeti. Coşkun gözlerini kapatır, müziği dinler.) Sanki benden başka kimse anlamıyor bu sesleri.
Saffet: Ama alaturka sesler bunlar.
Coşkun: Evet, ama onu dinlerken sanıyorum ki bu sesleri kimse benim gibi hissetmiyor.
Kimse, Coşkun’un “coşkun” dünyasını fark edememiştir.
İnsanlar, bilinçsiz hatta mecbur bir halde yaşayıp giderken kitabın karakterlerinden oyuncu Servet’in ağzından insanların ömürlerini tüketmesini eleştirir Oğuz Atay:
“Oyunlarda Tanrılar çizerdi soylu kişilerin kaderini; insanlar daha oyunlara karışmıyordu. Taştan koltuklarına kurulmuş kralların hemen karşısında onlarla aynı seviyede oynardık oyunlarımızı. Sonra Batı’nın karanlığından Barbarlar geldiler ve aşağılık oyunları için sahneyi aşağı indirdiler. Kader Tanrısı’nın kurbanları olan o soylu oyuncuların yerini, aslanların pençesine atılan zavallı köleler aldı. Ve o günden beri halkı oyalamak için nice kurbanlar verildi.”
Servet, bu ağır ve uzun cümlelerin ardından bir anda bir spiker edasında maç anlatmaya başlar. Oğuz Atay, burada çok güzel bir gönderme yapar aslında. Sürünün birer parçası haline gelmiş biz insanlar için söylenen sözlerin ne anlamı vardır ki(!)
Servet: (…) Galiba bir sakatlanma oldu orada. Biri yerde yatıyor. Sahanın kenarında duranlara hakem, yaralıyı yerden kaldırın, oyunu daha fazla durduramam, oyunun her şeye rağmen devam etmesi gerekiyor, anlamında bir işaret yaptı sanıyorum. Evet, Selim yerde yatıyor, seyirci bağırıyor: Atın dışarı yaralıyı! Hakem eğildi saatine bakıyor? Hayır seyircilerin isteğine boyun eğiyor. Selim’i saha dışına taşıyorlar. Selim yarı ölü durumda. Hakem olaya sebebiyet veren Katil II’ye kırmızı kart gösteriyor. Oyun yeniden başladı.
Oyunlarla hayatın çekilmezliğine çare aramıyor muyuz zaten? Kimi zaman anne oluyoruz kimi zaman eş kimi zaman şans oyunlarına umutlarımızı bağlıyoruz. Gerek toplumsal rollerle gerek şans oyunlarıyla ‘oynarken yaşıyoruz’ ya da ‘yaşarken oynuyoruz’.
Ümit: Evet baylar bayanlar, işte baş harfimiz: K! Şimdi ‘Küçüktüm ufacıktım top oynadım susadım.’ şiirinin bütün harflerini toplayıp getirenler arasında kura çekilerek …
Saffet: Kazananlara, birikmiş gazoz kapakları kadar gazoz kapağı verilecektir.
Acınası yaşamlarına bir nebze nefes aldırma çabalarıdır bu bölüm aslında.
Coşkun Ermiş oyunun bir bölümünde “Zavallı milletim” diyerek bir nutuk atmış hatta eserin devamında “zavallı aydınlar” diyerek devam etmiştir. Bu aslında kimliğini bulamamış insanlara eleştiridir.
Eserde dikkat çekmek istediğim bir başka nokta da oyunun içinde ‘koro’ bölümünün kullanılmış olmasıdır.
Bilindiği üzere tiyatroda koro Eski Yunan’da soyluların hayatı anlatılırken kullanılan bir özelliktir. Bu durumda Oğuz Atay’ın koro kullanılması da manidar bir özellik taşımaktadır. Kendini aydın sananların anlayacağı dilden seslenmiştir onlara(!)
Koro: Ey Cemil! Halkın anlamadığı bir dille konuşuyorsun, kendine yeni kelimeler buldun. Okuma-yazmayı bilmeyenler ülkesini yazılarla doldurdun. Şimdi hayat sellerinin ortasında kendi ıssızlığının çölünde yaşıyorsun. Kendi kendine oynadığın oyunlarla avunmaya çalışıyorsun.
Coşkun: Bana çok yazık oldu. Ne yapacağım şimdi ey Talih!
Koro: İşte Cemil gene kendine acıyor. Başını hangi duvarlara vuracağını bilemiyor. Ey Cemil! Ülkemizin bütün oyuncuları gibi başını yumuşak duvarlara vur, kendini tehlikeli oyunlardan koru! Koru kendini katı duvarlar ve ölümden. Ne yazık ki kimseyi dinlemiyor artık. Aklın duvarlarını aştı çünkü.
Oğuz Atay’a dair anlatılacaklar, onun eserlerinin alt metnini okumak tek bir yazıda halledilecek denli kolay değil şüphesiz. Bu yüzden Oğuz Atay’ın Türk toplumundaki aydın-toplum ayrışmasından duyduğu rahatsızlığı onun sözlerine yer vererek yazıma son vermek istiyorum.
“Bazımız Batıdan korkuyoruz, bazımız Doğudan ve en çok halktan kopuyoruz. Halkın içinden gelen aydınlar bile hemen burjuvalaşıyor, burjuvalara kendini beğendirmek için romanlarında, hikayelerinde yarım yamalak öğrendiği görülmemiş burjuva biçim inceliklerine özeniyor ya da halkının şivesini taklit ederek halkını burjuvaya turistik bir eşya gibi satmaya kalkıyor. İstiyor ki burjuva halkın acılarını, topraksızlığını, susuzluğunu, tıpkı duvarına astığı kilim, çorap, boyunduruk gibi karşısına alıp seyretsin. (…) İlerici, gerici her türlü akımların tekelini ellerinde tutan bir küçük yarı-aydın çetesi, yıllardır kendini yenileme gerçeğini duymadığı için bugün artık yerini kaybetmemek için ancak bezirgan oyunlarıyla ayakta durmaya çalışıyor.”
- Oyunlarda Yaşayanlar
- Oğuz Atay
- İletişim Yayınları
- 109 Sayfa