Manu’nun Kalbi geçtiğimiz aylarda Uçan Kitap etiketi ile okurlarla buluştu. Selen Gökalp ile kalbinin sesini duyup bunu tüm dünyaya duyurmak isteyen Manu’nun hikayesini konuştuk…
-Yeni tanıyacak olanlar için kimdir Selen Gökalp? Biraz kendinizi anlatır mısınız?
1984 İstanbullu bir yazar, meraklı bir okur, kafası karışık bir kadın, sekiz yıldır da Güney’in annesiyim. İstanbul Kültür Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık bölümü mezunuyum. Üniversiteden sonra uzun yıllar reklam ajanslarında reklam yazarı olarak çalıştım. Oğlum Güney’le birlikte freelance/homeoffice çalışma hayatıma devam ettim. 2014’te Süt Tasarım Atölyesi’ni hayata geçirdim. Orada tasarım ürünler tasarlıyorum. İllüstrasyonlar yapıyorum, konsept fikirler ve metinlerle ürünler hazırlıyorum. Yazı hayatımın her zaman önemli bir yerinde, yeni bir ürün tasarlarken de, reklam yazarken de, yeni hikayelere koşarken de… Çocukluğumdan bu yana yazı, beni ben yapan en kıymetli şey diyebilirim.
Aslen Egeliyim. İyi biri olmak, iyi anlardan geçmek, iyi insanlara dokunmak, iyi hikayelerle hayata katılmak da en büyük yaşam gailem sanırım.
-Manu’nun Kalbi ilk kitabınız, yolu açık olsun. İlk kitap çok ayrı bir duyguya sahiptir daima. Yazım sürecinden bahseder misiniz biraz?
Çok teşekkür ederim. Manu’nun Kalbi benim epey zaman önce yazdığım bir hikayeydi. Çok mutsuz olduğum bir dönemde, kendimi iyi hissetmek için başladığım bir yazı. Sonra birçok hikâye gibi o da tamamlanmadan uzun zaman çekmecede bekledi. Bir vakit sonra onu tekrar elime aldığımda artık başka bir ruh halinde, başka bir moddaydım. Hikâye de ona paralel değişti, başkalaştı. Son hali beni ve paylaştığım herkesi çok etkiledi. Ben Manu’yu Uçan Kitap Şeyma Kara’yla paylaştığımda, onun da çok derinde bir yerine dokundu sanırım. Ayrılmak istemedi. Kıymet verdi, önemsedi. Bizden daha çok insanın, daha çok miniğin kalbine dokunsun istedi. Yolculuğumuz böyle başladı.
-Kitabı ana hatlarıyla yazdıktan sonra ne kadar süre daha çalıştınız? Bir metnin üzerinde uzun süre durmayı sever misiniz?
Bazen bir kelime, bazen bir his, içinden geçtiğimiz bir an; yazmaya bir yol açıyor. Başladığım hikayeleri genelde kafam yazıp bitirmiş oluyorum aslında. Zenginleşmesi, gelişmesi ait olduğu o yere gelmesi bazen zaman alabiliyor. Bazen de zaten bütün iskeletiyle, serimden düğümden çözüme, hissinden renginden kokusuna her şeyi bir anda yerini bulabiliyor. Bu sanırım çok da metodik bir şey değil benim için. Manu’nun Kalbi’nde örneğin, bahsettiğim gibi başlayıp tamamlamadan kaldırdığım bir çalışma durumu vardı. Biraz da içinden geçtiğim dönemin etkisiyle, içimde kafamda tam yerleşmeyen noktalar vardı. O beklediği dönemin sonunda farklı bir ruha büründü mesela. Öykü tamamlandıktan sonra, o kapıdan çıktıktan sonra bir ‘üzerine uyuma’ sürem vardır ama. Bu hiç değişmez. Öykü bittikten birkaç gün sonra dönüp tekrar okuduğumdaki hissiyat benim için çok önemli. Benim için gerçek final, o anki memnuniyet oluyor.
-Çocuk hikayeleri yazmaya sizi yönlendiren ne oldu?
Benim işim, faaliyet alanın reklam yazarlığı. İş hayatım boyunca gecem gündüzüm ‘fikir’ bulmakla geçti. Bir metnin benim için en nadide tarafı içinde barındırdığı yaratıcılık. Oğlum Güney’le birlikte hiç okumadığım kadar çok çocuk kitabıyla tanıştım. Oradaki o parlak, o sıcak ve tehlikesiz sular cezbetti sanırım beni. Okuduğumuz ve sevdiğimiz yazarlar, onların bakış açıları, içimize bıraktıkları duygular, zekâ pırıltısı barındıran metinlerin varlığı en büyük motivasyonumdu. Çocuk hikayelerinin, iyi kaleme alınmış, içinde yaratıcı bir fikir, güzel bir metafor barındıran çocuk hikayelerinin çok şey anlattığına inanıyorum ben. Çocuklarla birlikte aslında büyüklere de hatırlattığı, bazen sarstığı, yeni bir pencere açtığı bir dünya var burada.
-Manu’nun Kalbi, çocukları kalbinin sesini dinlemeye davet eden bir kitap. Manu sincaplarla, bulutlarla, yapraklarla arkadaş. Çocukların beton bloklar ve dijital ekranların arasında sıkışıp kaldığı günümüzde bunlar ne kadar mümkün?
Biliyorum zor. Bu durumları birebir oğlumun büyüyüşüyle ben de yaşıyorum. Her şeyi mükemmel kontrol ediyorum, onu doğayla uyumlu büyütüyorum demeyi isterdim ama mümkün olamıyor elbette. Çünkü zamanın getirdiklerini yok saymamız mümkün değil. Aslına bakarsanız çok da sert çizgilerim yok bu konuda. Çocukların dijital dünyadan, online evrenden tamamen soyutlanmaları bana çok akla yatkın gelmiyor açıkçası. Çünkü dünya şu an burada, bu hızda ve bu gerçekle dönüyor. Ve onlar bu dünyanın çocukları. Ebeveynlerin gözetiminde her çocuğun bu zamanla senkronize yaşamaya hakkı olduğuna inanıyorum. Çocuklar bizim bir parçamız, şu an yedisinden yetmişine hepimiz dijital dünyanın akışındayız. Hepimiz elimizde ekranlarla soluyoruz. Ama beri taraftan da hayatın daha steril, daha sakin ve doğal tarafını yaşamaları büyüyüp gelişmeleri, büyürken gerçeklikten kopmamaları için çok kıymetli. Tablette online oyun oynayan bir çocuk benim oğlum da ama birlikte ormanda ağacın dibinde baş vermiş mantarı görünce ikimiz de aynı heyecanı duyabiliyoruz. İkimiz de sokakta yüzümüze bakan kediye arkamızı dönüp gidemiyoruz. Bunlar biraz da, onları doğdukları an itibarıyla hangi değerlerle sardığımızla, kalplerine ne kattığımızla alakalı. O yüzden ben büyük endişeler taşımıyorum bu konuda.
-Bir önceki sorumun tam tersi olarak, Manu’nun hikayesi aynı zamanda çok umut verici, bir yandan bakınca bazen gerçekçiliği kenara bırakıp sadece umut etmemiz gerektiğini hatırlatıyor aslında. Siz ne dersiniz?
:) Bazen gerçekliği bir kenara bırakıp gökyüzüne bakıp sadece ‘bugün güzel bir gün olsun’ diye umut etmek gibi değil mi? Evet umudu kaybetmemek hepimizin ortak şifası.
-Manu’nun Kalbi’nde akran zorbalığını arkadaşlarının Manu’ya “Değişik Manu” demesi üzerinden işliyorsunuz. Günümüzde bunun önüne geçmek için neler yapılabilir?
Çocukluk, insanlığın kara kutusu. Konuşan, ifade eden, hissine, varlığına kıymet veren çocuklar büyütmeliyiz. Bunu destekleyen mentalde eğitim politikalarıyla geliştirilmeli sistemler. Kendi fikrinin değerli olduğunu bilen bir çocuk, karşısındakini de dinlemeyi öğrenir. Çünkü konuşabilen bir çocuk, anlaşılmayı, anlaşabilmeyi de önemser. Bu yüzden yola çıkarken ve yolun ilk kilometrelerinde doğru insanlar, doğru bir dil ve duygu bütünüyle başlamak bir çocuğun tüm hayatı için çok kıymetli bir denklem. Bu dönemde ruhta oluşan hiçbir boşluğun, hiçbir kırığın tamiri mümkün olamıyor. Bu da bütüne nüfuz ettiğinde, önce evde, sonra okulda, sonra sokakta, ofiste, otobüste bütün bir toplumun tüm kılcal damarlarında atmaya başlıyor. Evde başlayan hayatın, eğitim ve öğretimle evrilme dönemi de çok önemli. Evden ayrılan çocuğun, evden daha fazla zaman geçirdiği okulda öğretmenle, arkadaşla kurduğu iletişimin etkinliği onu sonraki tüm steplerde doğru ya da yanlış birçok algının etrafında döndürüyor. Şöyle ki, arka sırasında oturan arkadaşı su matarasını kırdı diye ağlayan bir öğrenciye; ‘baban sana yenisini alır ağlama bunun için’ diyen bir eğitimcinin olduğu bir sınıfta sağlıklı iletişimden bahsedemezsiniz. Burada sorun tam olarak ne, o matarayı bilinçli olarak düşürüp kıran arka sıradaki öğrenci mi? Kendini tam olarak ifade edemeyen, şiddete maruz kalan öğrenci mi? Yoksa bir çocuğun kırılan kalbine dokunamayan, iki akran arasında doğru bir köprü kuramayan eğitimci mi? Öncelik sıralaması çok net. Zincirin ilk halkası, zorbalığı alışkanlık haline getiren arka sıradaki öğrenci. O öğrenci o sınıfa gelinceye kadar, evden ayrılana kadar geçen zamanda o insani değerlerle sarılmalı. O, bir başkasının eşyasına zarar vermemeyi, saygı duymayı evde öğrenerek gelmeli. Bunun için geç kaldığınızda telafisi mümkün olmuyor. Sonra bu hepimize kocaman bir ‘geçmiş olsun’ olarak geri dönüyor. Çünkü aynı çocuk bir gün kazara öğretmen olma şansını yakaladığında, karşısında ağlayan bir çocuğa sadece ağlıyor diye tahammül edemeyip şiddet gösterebiliyor. En iyi ihtimalle, ‘baban sana yenisini alır geç otur yerine’ deyip azarlıyor. Bunu insanın nefes aldığı her mekân, her konumdan ilişkiye taşıyıp değerlendirebilmek mümkün. Konular, yüzler, bedenler, olaylar değişebiliyor. Fakat sonuç asla değişmiyor.
-Özellikle okul öncesi kitaplarda ebeveynler çocuğun bakıp, beğenip seçmesindense kendi beğendikleri kitapları seçiyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Belli bir yaş aralığına kadar evet doğru buluyorum. Altı yaş ve öncesindeki çocuklara ne okuyacağınız elbette sizin gözetiminizde, sizin seçiminize bağlı olmalı ebeveyn olarak. Fakat yedi yaş ve üzerinde artık durum değişiyor. Çocuklar kendi tercihlerini belirliyor. Bunu dillendirmese, kendini ifade edemese de ilgisinden, merakından anlıyorsunuz. Çünkü o yaş itibarıyla artık dinleyici olmaktan çıkıp okuyucu oluyorlar. Seçim yapmaları kadar doğal bir şey yok. Özgür bırakılmalılar diye düşünüyorum.
-Okul Öncesi çocuk hikayeleri üzerinden mi gitmek istiyorsunuz yoksa hayalinizde diğer yaş grupları için de kitaplar yazmak var mı?
Çok şey var aslında. Zaman ne getirecek, akış bizi nereye götürecek bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, yazmak istiyorum. Etkilendiğim onlarca güzel kalemin bana yaptığı güzellikleri, ben de bıraktıkları izleri ben de beni okuyanlarda bırakmak istiyorum. Eğer talih yüzümüze gülerse daha başka sokaklarda da sık sık karşılaşacak paylaşacağız. Temennim, amacım, bütün derdim bu aslında.
-Peki, okurken de yazarken de “çocuk edebiyatı” konusunda en hassas olduğunuz noktalar neler?
Daha evvel de bahsettiğim gibi, çocuk hikayelerindeki yaratıcı yazım dili benim için çok önemli. Okurken de yazarken de bu böyle. İçinde bir zekâ kıpırtısı barındırmayan hikayeleri, akıcı olmayan, didaktik, içeride bir hissi harekete geçirmeyen metinleri karşılaştığım yerde bırakırım. Yazarken de en büyük korkum budur, yazmış olmak için sıkıcı ve zorlama bir şey yazmak. Zaman büyüten ve çoğaltan bir şey. Ve zaman daima çocuklardan yana, onlara dahasını hissettirecek onları dahasına inandıracak iyi hikayeler anlatmalıyız diye inanıyorum.
-Pandemide bir süre hepimiz evlere tıkıldık kaldık. Bu sürede sizin de yeni projeler çalışma fırsatınız oldu mu?
Ah evet pandemi. Hepimizin sınavı. Çalışıyorum ben, diri tutmaya çalışıyorum elimden geldiğimce aklımı, ruhumu. Dışarıda duran her şeye inat kafalarımızın içi mütemadiyen konuşmaya, anlatmaya, var olmaya hevesli. Yazıyorum. Yeni hikayeler var. Bir taraftan da Manu’nun Kalbi’nin iletişimini yapıyoruz ekibimizle. İmkanlarımız dahilinde tabii. Süreç hepimizi bir çizginin etrafında topladı. Biz de elimizden geldiğince gözümü, elimizi, kulağımızı açık tutmaya çalışıyoruz.
-Son olarak, kalbinde kendi mucizesini taşıyanlara ne söylemek istersiniz?
Her insan bir kalp. Ritmi, şekli, neye daha kuvvetli, neye daha ağır aksak çarptığı o kalbin içinde gizli. Her kalp bir mucize. Annenizin bedeninde varolmaya başladığınızda önce neyiniz oluşuyor? Bir zar içinde bir kalpsiniz ilk önce. Bütün her şey onunla başlıyor. İçinizde akıl almaz bir potansiyel, bir güç var. O yüzden ben, kalp sahibi her insanın zaten bir mucize olduğuna inanıyorum. Bunun farkındalığına ermek bütün hikâye aslında. Bir filmde bir anekdot dinlemiştim. Her insanın kalbinde doğuştan bir siyah leke varmış. Herkes kalbinde o siyah lekeyle doğar yaşarmış. Ta ki, hayattaki amacını bulana kadar. Yaşama sebebini bulunca o siyah leke kendiliğinden kaybolurmuş. O siyah lekeyi silecek amacı bulmalarını dilerim. İçeriye dönmelerini, kalplerinin ne söylediğini can kulağıyla dinlemelerini öneririm. İnsanın bütün sihri orada.