Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı sırasında içene düştüğü durum Stefan Zweig’ı intihara kadar sürüklemişti. İçinde bulunduğu bu karamsarlık onun tüm eserlerine de sirayet etmiştir. İnsanın dünyayı nasıl yaşanılmaz bir hale getirmeyi başarması, onun hayatla bağlarını koparmıştı.
Zweig 60 yaşındayken eşi Lotte ile beraber intihar etti.
Doğum gününde kendisini “Herkesin Dostu” isimli öyküsüyle anıyoruz.
İyi okumalar.
Herkesin Dostu
Hayatta pek az kimsenin başarabildiği iki zorlu iş vardır. Hemcinsleri arasında tek düşman kazanmadan yaşamak ve iç hürriyeti sayesinde şu yeryüzünün en büyük kuvveti olan paranın tahakkümünden kurtulmak. O nev-i şahsına münhasır adamla tanışmam pek basit bir şekilde oldu. O sıralarda küçük bir şehirde oturuyordum ve bir gün ikindi vakti köpeğimi gezdirmeye çıkmıştım. Birdenbire köpek acayip hallere girmeye başladı: Delicesine yerlerde yuvarlanıyor, inleyip uluyarak ağaçlara sürtünüp duruyordu.
Hayvana ne oldu diye düşünürken yanımda birinin yürüdüğünü farkettim: Otuz yaşlarında, yoksul kılıklı, yakasız, şapkasız bir adamdı. Dilenci sandım, elimi cebime götürmek üzereydim. Fakat yabancı adam, eski bir dostunu görmüş gibi açık mavi gözleriyle bana sakin sakin gülümsedi. Köpeği göstererek: “Zavallıya bir kene musallat olmuş,” dedi. Gel, şunu çıkaralım. Teklifsiz ahbaplarmışız gibi benimle senli benli konuşuyordu, fakat o kadar tatlı bir bakışı vardı ki, teklifsizliğinden alınmadım. Bir tahta kanepeye doğru yürüdük, yanına oturdum. Keskin bir ıslıkla köpeği çağırdı. Tuhaf değil mi, yabancılardan daima sakınan Kaspar bu daveti iyi karşıladı: Gelip başını yabancının dizine koydu, o da, uzun hassas parmaklarıyla hayvanın postunu yoklamaya koyuldu. Nihayet memnun bir tavırla, “Ah!..” dedi ve bir ameliyeye girişti. Canı yanmış olmalıydı ki köpek birkaç kere inledi. Ama hiç de kaçmaya çalışmadı. Birdenbire adam onu salıverdi.
Gülerek ve havada bir şey göstererek:
– İşte, dedi, şimdi kaçabilirsin civanım!..
Köpek tabanları yağlarken, yabancı kalktı ve bir baş işaretiyle “Allaha ısmarladık.” diyerek gitti. Gidişi o kadar ani olmuştu ki, zahmetine karşılık kendisine bir şey vermeye, hatta teşekkür etmeye bile vakit bulamamıştım. Geldiği gibi, aynı sa+ kin ve kararlı haliyle sessizce uzaklaşmıştı.
Eve dönünce, hâlâ bu adamın acayip hareketini düşünüyordum. Bu olayı ihtiyar aşçıma anlattım.
– Anton’dur, dedi. O her şeye yetişir.
Mesleğinin ne olduğunu, hayatını kazanmak için ne iş gördüğünü sordum.
Soruma şaşmış gibi:
– Hiç, cevabını verdi. Meslek mi? Ne yapacak mesleği o?
– Canım geçinmek için herkesin bir mesleğe ihtiyacı yok mu?
– Anton’un yok. Hekes ona lazım olan şeyleri candan çıkarıp verir. Paraya kıymet vermez o. İhtiyacı yoktur paraya.
Doğrusu şaşılacak şeydi. Dünyanın bütün öteki şehirlerinde olduğu gibi kasabamızda da her dilim ekmeğe, bir bardak suya karşılık para ödemek şarttı. Bir yatakta yatmak, sırtını örtmek için de gene para lazımdı. O yıpranmış pantolonlu adanı böyle bir kanuna karşı gelip gene de dertsiz, kaygısız yaşamayı nasıl başarıyordu?
Esrarlı metodunu keşfetmeye karar verdim ve aşçının doğal söylediğini fark ettim. Anton dedikleri adamın hiçbir belli işi yoktu. Sabahtan akşama kadar, gelişi güzel sokaklarda dolaşmaktan başka bir şey yapmıyordu. Ama gözü kapalı gezmiyordu. Yanlış koşulmuş bir at görse arabacıyı durduruyor ve aksaklığı gösteriyordu. Bir tahta perdenin çürümekte olduğunu fark edecek olsa, sahibini çağırıp boyasını tazelemesini tavsiye ediyordu. Genellikle bu gibi işleri ona havale ederlerdi; çünkü herkes bilirdi ki, onu sevkeden hırs ve tamah değil, sadece hizmet etmek ihtiyacıdır.
Sonradan onun ne çeşitli işler başardığını gördüm!.. Bir sefer, ona bir kunduracı dükkanında oturmuş, ayakkabıları tamir ederken rastladım. Bir başka sefer, bir ziyafette şef garsonluk ettiğine şahit oldum. Bir seferinde de çocukları gezmeye götürüyordu. Dikkat ettim, kimin bir ihtiyacı olsa, hemen Anton’a başvuruyordu. Bir gün pazarda elma sattığını gördüm: Lohusa yatağında yatan satıcı kadının yerini almıştı. Bütün şehirlerde belli bir meslekleri olmayan bir sürü insan bulunduğunu bilirim. Ama Anton ötekiler gibi değildi: Gördüğü işin büyüklüğü ne olursa olsun, gününü geçirmek için lazım olandan fazla para almaya kesinlikle yanaşmazdı. İşleri yolunda olduğu zamansa hiçbir şey almazdı.
– Bir ihtiyacım olursa, sonra gelir sizi yoklarım, derdi. O partal kılıklı ve hayırsever adamcağızın kendisi için yeni bir iktisadi sistem icat etmiş olduğunu farkettim. İnsanların dürüstlüğüne güveniyordu. Tasarruf hesabına para yatıracak yerde, hemşerilerinin minnet duygularını bir banka hesabı gibi kullanıyordu. Varı yoğu, bu gözle görünmez tasarruf hesabında yatıyordu. Kendilerine adeta bir lütufta bulunur gibi, bedelini istemeyi düşünmeden hizmeti dokunan adama karşı borçlarını inkar etmek, en yüzsüz insanların bile aklından geçmezdi.
Ne kadar itibarı olduğunu anlamak için sokaktan geçişini seyretmek yeterliydi. Herkes ona güleryüzle “merhaba” der, herkes elini sıkardı. Bu dertsiz adam, havı dökülmüş ceketiyle sokakta, çiftliğini teftiş eden bir mülk sahibi haliyle dolaşırdı. Canının istediği eve girebilir, canının istediği sofraya oturabilirdi: Her şey emrine amadeydi. Yarını düşünmemek ve kadere rıza sırrına ermiş olan bir adamın başkaları üzerinde ne kadar nüfuz sahibi olabileceğini hiçbir zaman bu kadar iyi kavramamıştım. Doğrusu, ne yalan söyleyeyim, o kene faslından sonra Anton’a rastladıkça sanki bir yabancı imişim gibi yalnız küçük bir baş işaretiyle selam vermesine biraz alınıyordum. Herhalde bana bir hizmeti dokunduğunu hatırlatmak istemiyor olmalıydı. Bununla beraber, bu kayıtsızlık karşısında sanki büyük bir arkadaş topluluğundan kenarda bırakılmışım gibi bir his duydum. Onun için ne zaman evde bir tamir işi çıksa, mesela akan bir oluk, aşçıya Anton’u çağırtmasını söylerdim.
– Nereden çağıracaksın, demişti. Bir yerde durmaz ki. Ama ona bir haber salarım.
Böylece bu acayip adamın yeri yurdu olmadığını öğrendim. Ama gene de ona ulaşmak son derece kolay bir işti. Sanki bir telsiz telgraf onu bütün şehre bağlardı. Rastladığınız ilk insana “Anton’a ihtiyacımız var” demeniz yeterdi. Bu haber, ağızdan ağıza dolaşır, nihayet içlerinden biri kendisiyle burun buruna gelirdi. Gerçekten, o sefer de hemen o gün, öğleden sonra geldiğini gördük. Her tarafa bir göz attı, bahçeden geçerken bir çitin budanmaya, bir ağaçcığın yerinin değiştirilmeye ihtiyacı olduğunu işaret etti. Nihayet oluğu tetkik etti ve işe koyuldu. İki saat sonra tamir işinin bittiğini haber veriyor ve daha teşekkür etmeme vakit bırakmadan çıkıp gidiyordu. Ama bu defa aşçıya kendisine bol para vermesini tembih etmiştim. Kadıncağıza, “Anton memnun oldu mu?” diye sordum.
– Tabii oldu, dedi, o her zaman memnundur. Ona altı şilin vermek istedim ama yalnız iki şilin kabul etti. Bugüne de, yarına da yetermiş. Ama dedi ki, eğer beyin eski bir pardösüsü varsa eğer… Bu adama -bir adamın verilenden daha azını aldığına ilk defa rastlıyordum- ihtiyacı olan bir şeyi verebileceğim için ne kadar sevindiğimi tarif edemem.Hemen arkasından koştum:
-Anton!.. Anton!.. Sana bir pardösü vereceğim!…
Bakışlarının huzurlu aydınlığıyla bir kere daha karşılaştım. Bir insanın kendisine lüzumu kalmamış bir pardösüyü, büyük ihtiyacı olan bir başkasına vermesi onun nazarında pek tabii bir şeydi. Aşçıya bütün eski elbiselerimi getirttim. Anton yığını gözden geçirdi, içinden bir pardösü çekip ayırdı, prova etti ve:
– Bu benim işime yarar, dedi.
Bu sözü, bir mağazada önüne çıkarılan mallar arasından bir tanesini beğenen bir bey tavrıyla söylemişti. Sonra öteki elbiselere bir göz attı:
– Bu ayakkabıları Salsergrasse’deki Fritz’e verebilirsin, dedi. Bir çift kunduraya ihtiyacı var. Bu gömlekleri de Square’deki Jozeph’e versen iyi olur. Biraz tamir eder, olur biter. İstersen, onları senin adına kendilerine götüreyim.
Bunları, size kendiliğinden bir lütufta bulunan bir insanın asil tavrıyla söylemişti. Eşyalarımı hiç tanımadığım insanlara götürüp dağıtması için kendisine teşekkür etmenin yerinde olacağını düşünmüştüm. Gömleklerle ayakkabıları sararken ilave etti:
– İyi adamsın doğrusu, bunları veriyorsun…
Sonra çıkıp gitti. Doğrusunu isterseniz, kitaplarım hakkında pohpohlu tenkitlerden hiç biri bu saf iltifat kadar hoşuma gitmemişti. Sonraki yıllarda, Anton’u sık sık düşünürdüm, hem de bir minnet hissiyle. Çünkü, bana onun kadar manevi yardımda bulunmuş az insan vardır. Çok defa manasız birtakım küçük para meselelerini kendime dert ettiğim zamanlar, ihtiyaçları günün zaruretlerini aşamadığı için günü gününe sakin ve güvenli bir hayat yaşayan o adamı hatırladım. Her seferinde aynı neticeye vardım. “Bu karşılıklı güvenin sırrını herkes öğrenebilse, dünya yüzünde ne polis olurdu, ne mahkeme, ne hapishane… Paraya da lüzum kalmazdı. Her fert o adam gibi, kendinden, elinden geldiği kadar çok şey veren, buna karşılık kesin ihtiyacı olmadan fazlasını kabul etmeyen o adam gibi yaşasaydı, içinden çıkılmayacak kadar karışık iktisadi sistemimiz biraz düzelmiş olmaz mıydı?”
Seneler var ki Anton’dan söz edildiğini duymadım. Ama hakkında bir endişe de duymuyorum: Tanrı’nın ve bizzat insanların -ki bu daha nadir bir hadisedir- onu asla yüzüstü bırakmayacaklarını biliyorum.
Stefan Zweig