Fikret Ürgüp’ün Aşı adlı öyküsünde, Doktor aşı yapmak amacıyla hazırlattığı barakaya aldığı tüm askerleri öldürür.
Doktorun bunu neden yaptığı öyküde açıklanmaz ancak tahmin yürütebilirsiniz. Öykünün başında bir salgından bahsedilir. Öncesinde sadece insanları etkileyen bir hastalıktır. Sonra hem insanları hem de hayvanları etkileyen bir başka salgın hastalık ortaya çıkar. Komutanlar insan ve hayvan hastalıklarının ikisinden birden anlayan bir doktoru birliğe getirtmeyi başarırlar ve bu başarı ile de övünürler.
Doktor dinlenmeden, yemek dahi yemeden, “hemen işe koyulur”; bir baraka hazırlatır, temizletir, sonrasında kimsenin yardımını istemez ve herkesin barakanın kapısında sıra olmasını ister. “Tecrübeli bir uzman, bir veteriner ve bir ruh hekimi” için yapacağı işin “çocuk oyuncağı” olduğuna herkesi ikna eder ve sıra bekleyenlerle başbaşa kalır.
Doktorun aşı yapmak yerine yaptığı şey içeriye aldığı insanları tek tek boğarak öldürmektir. Bunu çok hızlı ve verimli bir şekilde yaptığını düşünür. Ölüp ölmediklerini sürekli kontrol eder, ölmeyenlerin kalbine bir “şiş” saplar. İşini hızlı ve sessiz yapmak sanki tek amacıymış gibi davranmaktadır. Dışarıda bekleyenleri ürkütmekten çekinir. Ölenlerin bedenlerini duvara istif etmektedir. Ancak ölü beden sayısı arttıkça işi zorlaşmaktadır. En nihayetinde dışarıda giderek huzursuzlanan kalabalıktan özür diler ve onları daha sonra tekrar çağırmak üzere gönderir. Yaptığını “bu kadar kısa zamanda bu kadar olur” diyerek beğenir. Ancak ölü bedenlerden birinin tek gözü açık kalmıştır. Onu kapatmaya uğraşırken bitkin düşer ve “zavallılar, gelin bakın bunlara ne oldu” diyerek kapıları açar. Tüm çabası o tek bir göz karşısında sonuçsuz kalmıştır.
Doktor neden öldürmektedir? Öyküde yaratılan gerilimin büyük kısmı hayat vermesi, iyileştirmesi gereken bir mesleğe sahip olan doktorun soğukkanlılıkla adam öldürmesinden geçer. Doktor aslında cellattır. Büyük ihtimalle Devlet/Yönetim tarafından salgını kaynağında durdurmak üzere gönderilmiştir. Öyküde açıkça belirtilmese de hayvan ve insanları ortak şekilde etkileyen bir hastalığa/salgına kimsenin tahammülü yoktur. Hem hastalıkla ilk kez karşılaşılmıştır ve nasıl tedavi edileceği bilinmemektedir.
Hastalığın ortaya çıktığı yer kışın yolları kapalı olan, izole bir yerdir. Dolayısı ile buradaki tüm insanları imha etmek hastalığın yayılmamasını garanti altına alacaktır.
Öyküyü, kendisini tehditlere karşı korumak isteyen bir Devlet’i varsayarak okuyabilirsiniz. Ya da kendi kişiliği içerisindeki bir parçayı – ki hayvani bir hastalığa bulaşmıştır- imha etmesi gereğine inanan bir karakterin çabası olarak da okuyabilirsiniz. Ama bu gözlerden ırak imha yöntemi tam olarak amacına ulaşamaz çünkü bir tane dahi olsa, bir göz açık kalır. Ölü olup olmadığını anlayamadığınız bir göz açık kalmış size bakmaktadır. Kapatmaya çalışırsınız ancak kapanmaz, tüm çabalarınız yetersizdir ve en soğukkanlı halinizle bile olsa hep o kapsanamayan ve kapanamayan göz sizi izlemektedir. Kişiyi bitkin düşüren bu gözdür.
Hasta olan ölüme mahkumsa bir doktorun yapabileceği en iyi şey bu süreci bir an önce tamamlamak yani cellada dönüşmek midir? Yoksa savaşın kendisi başlı başına bir hastalık mıdır? Savaş içimizdeki hayvansal bulaşıcı hastalık olabilir mi? Bizi hep izleyen göz Tanrı’ya mı yoksa şeytana mı ait?
Öyküye yok edilmesi gereken, iyileştirilmesi gereken ekseninde baktığınızda id/ego/süper ego çatışmalarını görmeniz de mümkün. Kafka’yı hemen çağrıştıran bu hikâyeden sonra, başka bir doktorun öyküsünü; “Bir Köy Doktoru”‘nu okumak da oldukça ilginç olabilir.
Fikret Ürgüp çok tanınan bir yazar değil. Ancak Gece Yayınları’ndan 1991’de çıkan Van-Kısa Lodos Hikâyeleri kitabından sonra (bir sahafta şans eseri karşılaşmıştım), OkuyanUs Yayınları tarafından “Bütün Hikâyeleri” yeniden basılmış. Hemen hemen tüm tanıtım yazılarında yer alan, Leyla Erbil’den yapılmış bir alıntı var:
“İç hastalıkları uzmanı, psikiyatr, yazar, ressam ve bir ‘Ex-Prince’ olan Fikret Ürgüp ‘Deliler Teknesi’nden başka bir şey olmayan dünyamızı yazdı. İnanılmaz gizli kültür birikimi ve kimselere benzemeyen kalemi hem bireyin hem toplumsal bilincin çeşitli alanlarından köklü örneklerle doludur. Bu görkemli hikâyelerin hiç eskimeyeceğini ve bir daha yazılamaz olduğunu düşünüyorum. Tıpkı Sait Faik’in, tıpkı Franz Kafka’nınkiler gibi…”
Fikret Ürgüp’te gerçekten inanılmaz gibi görünse de hem Sait Faik’den hem de Kafka’dan bir şeyler bulmak mümkün. “Aşı” oldukça Kafkaesk bir öykü mesela. “Yolculuk” ve “Orada” adlı öyküler de.
Gece Yayınları’ndan çıkan “Van-Kısa Lodos Hikayeleri” ni tekrar yayına hazırlayan Levent Yılmaz’ın kitabın önsözünde belirttiği üzere:
“…Doktor, serseri, bakmasını ve tahlil etmesini bilen adam, Sait Faik’in yakın arkadaşı ve doktoru… Ressam, meczup, korkak, şair, çevirmen…Ece Ayhan’ın dediğine göre Sait Faik’e 50li yıllarda Lautrémont’u çevirttiren Fikret Ürgüp’müş. Şaşmamalı.”
Fikret Ürgüp’ün Tüm öyküleri keşfedilmeyi bekliyor.
-
Van, Kısa Lodos Hikaâyeleri, 1991, Fikret Ürgüp, Gece Yayınları
-
Bütün Hikâyeleri, 2015, Fikret Ürgüp, Okuyan Us Yayınları
-
https://muratgulsoy.wordpress.com/2016/09/28/diyaloglar-fikret-urgup/
- Fikret Ürgüp – Bütün Hikâyeleri
- OkuyanUs Yayınları – Öykü
- 224 Sayfa