Aslında bunu yeni1mecra.com adlı haber sitesi için kaleme aldığım “Küller, Fısıltılar, Öyküler” adlı yazımda uzun uzun tarif etmeye çalışmış ve şöyle ifade etmiştim:
“Rüzgârın savurduğu bir kül mesela;
O bir ateşten, bir yangından arta kalanlardan ibaret değildir sadece.
Küller küllerle buluşur, küller küllerle konuşur, küller küllendiği yeri anlatır.
Çığlıktır kül. Yerinden, yurdundan edilmişliktir.
Nerede bir birine sarılmış, dolanmış küller görürseniz, bilin ki onlar birbirlerinin acılarına tutunanlardır.
Son sözlerdir. Hiç söylenmemiş, saklanmış olanın yürekten itirafıdır.
Mırıltıdır küller, fısıltıdır ve bütün fısıltılar gibi geride kalanlara düşen gözyaşlarıdır.”
Kül seslerini bir bütün olarak yaşanmış tüm acıların, geride kalanlara bıraktığı izler olarak görüyorum ve bu izler sadece en yakınlarının içine düşmez, çığlık havaya savrulur, rüzgâr onu sürekli olarak bir yerlere taşır. Onunla mutlaka tanışırsınız. Cumartesi Annelerini düşünün. Yıllardır seslerini duyurmak için, kar, kış, yağmur demeden Galatasaray Meydanı’nda oturdular. Kayıplar için seslerini yükselttiler. Sizce yıllardır onların önünden kaç yüz bin insan geçmiştir? Kaç bin insanın kulağına, gözüne takılmıştır sesleri, görüntüleri? Yanlarından, hiçbir şey yok-muş gibi geçip gitmiş oluşumuz, onları duymadığımız, görmediğimiz anlamına gelmiyor. Eğer öyle olsaydı, bu ülkede hakikatin sesi olmazdı ama var. Cumartesi Anneleri gibi, hak ve özgürlükler için bu ülkede yükselen her sesin, siyasi cinayete kurban gitmiş her aydının, işkenceden geçmiş her insanın, cezaevlerine doldurulmuş her gazetecinin, öğretmenin, her üniversitelinin, siyasetçinin, ilericinin sesi bir yerden, bir yere mutlaka taşınıyor ve biz o seslerle mutlaka bir yerde hemhal oluyoruz. Olanlar, olmayanlara sesleniyor ve bu böyle yaşamaya devam ediyor.
Kül seslerinin bir öyküye dönüşerek, kendisini bir karakterde bulması da bunu anlatır. Öykünün geçtiği yer hepimizin içidir ama en çok Taybet Ana’dır, Cemile’dir, Rozerin’dir. Gözlerimizin önünde yaşanan ve evlerin, mahallelerin içinden yükselen ateşlerde yanıp kül olan çığlıklardır kül sesleri ve sonra “işsizim, çocuklarım aç” diyerek kendini yakan bir insanın haykırışında birden, yeniden karşımıza çıkmasıdır.
Gazeteci-yazar Akın Olgun‘la “Kül Sesleri” üzerine sohbet ettik. İyi okumalar.
Kül Sesleri ikinci öykü kitabınız. Ama ben birinci kitabınızdan da bahsetmek istiyorum. Çünkü ilk kitabın heyecanı başka olmalı. Şu da var. Birinci öykü kitabı sizi ikinciye illaki hazırlamıştır, öyle değil mi?
Öykü olarak ilk denememi “Ecel Öyküleri” adı altında toplamıştım. Diğer kitaplarım gibi onunla da çok ilgilenememiştim. Biraz öksüz kaldıklarını söyleyebilirim ama “Ecel Öyküleri” aslında bana bir devamlılık sağladı. Kül Sesleri o devamlılığın bir parçası oldu. Köşe yazılarımı da hep bir öykü diliyle, seslenişiyle kaleme aldım. Yazılarımın karakterinin oluştuğu, olgunlaştığı, kendini ergenlikten yetişkinliğe attığı bir döneme denk düşer Ecel Öyküleri.
Zaman ve mekanın özellikle gösterilmediği hikâyelerden oluşuyor Kül Sesleri. Peki bunlar otobiyografik öğeler barındırıyor mu?
Çok açıkca barındırmadığını söyleyebilirim. Barındırması çok iddialı olurdu. Öyküler elbette bunu yapabilir ama bu içinde çok fazla tehlikeler barındıran bir şey. İyi bir şey yapayım derken değerinin içini boşaltma gibi bir duruma düşebilirsiniz. Bunu yapmaya hakkımız yok ve evet Kül Sesleri’nde insan hikayeleri var. Öteki olarak gördüğümüz ve hayatımızın içinden sadece bir haber olarak geçen ve her haberde “ah, vah” ederek üzerinden atladığımız insanların hikayeleri bunlar. Kim oldukları elbette önemli ama zaten yaşadıkları, ellerinden alınanlar ve mecburiyetleri bize onların kim olduğunu anlatıyor. Mevsimlik çocuk işci Berivan örneğin. Portakal bahçelerinde çalışan bir çocuk işci o ve “kar da yağsa, fırtına da çıksa çalışacaksınız” diyen patronun ve o patronun temsil ettiği anlayışın kurbanı ama sadece bir kurban değil, bizi gerçekle yüzleştiren bir çocuk Berivan. Berivan’ın, karşı kıyıyı umut olarak görmüş ve kemanı ile o kıyıya geçerken bogularak can vermiş Barış’ın, “beyaz” Avrupa’nın içinde esmerliğini hatırlayan Ali’nin, diasporanın ve patriyarkanın içinde var olmaya çalışan Elif’in ve onlarcasının “bizden uzak” saydığımız yaşamlarının, aslında hemen burnumuzun dibinde olduğunu anlatıyor Kül Sesleri.
Karakterlerin çıkışsızlıkları, iç hesaplaşmaları çok iyi anlatılmış. Sorgulayan ve hatayı hep kendisinde bulan bir iç sese mi sahipsiniz?
Ben her öykünün bir iç konuşma olduğunu düşünürüm. Hepimiz içimizden konuşuruz. Bu iç konuşmalar bazen çok güçlü konuşmalardır, bazen çok zayıf, çok korkak, bazen dehşetli ve cesur ama iç konuşmalarımızı yazıya dökmeyi başarabilseydik eğer, muhtemelen edebi değeri olan yazımlar olarak karşımıza çıkacaktı bunlar. Ben,çok fazla içinden konuşan birisiyim. Bunu da çok kıymetli buluyorum. Kendimizin, kendimiz gibi olduğu çok az yerlerden biri bu alan.
Karakterlerin çıkmazları çok evet, lakin bu çıkmazlar zaten asıl hakiki olan. Kimseyi kandırmaya çalışmıyorlar, kimseye umut dağıtmaya çalışmıyorlar.Kimseye kendilerini acındırmaya çalışmıyorlar. Kendi hakikatleri o kadar çıplak ki, sadece hemhal olmaya çağırıyorlar.
Edebiyat yolculuğunuz nasıl başladı?
İlk kitabım Adları Saklıdır ile başladığını söyleyebilirim. Yazmayı her zaman sevdim ama kendinizi ve etrafınızdakileri yazı ile anlatmaya başladığınız anda bu yolculuk da başlamış oluyor sanırım. Çok keskin ifade etmiyeyim bunu, çünkü herkesin yolculuğu, kendi kişisel deneyimlerinden, yaşadıklarından bağımsız değildir kanımca.
Ben de eski bir Ankaralı olarak sormak istiyorum. Ankara’nın izi var mı hikâyelerinizde?
Ankara doğumluyum ama Ankara’nın hiç bir izini taşımıyorum. Çünkü orada yaşayıp, büyümedim. Aslında Sivas’ın Divriği kasabasında büyüdüm ve babam Demir Çelik fabrikasında işciydi. Babamın emekliliğinin ardından ise İstanbul’un bir gecekondu mahallesinde bulduk kendimizi.
Bir de Londra geçmişiniz var. İngiliz edebiyatı ile de ilgilendiniz mi o yıllarda?
Londra’ya siyasi ilticacı olarak geldim ve burası benim kendi tercihim değildi. Bir yer tercih edecek durumda da değildim. İngiliz edebiyatı ile cezaevinde tanışmıştım. Çok okumanın en kıymetli olduğu yıllardı benim için içerisi. Yıllar sonra bu tanışmışlığın sokaklarında, şehirlerinde dolaşmak çok tuhaf gelmişti elbette.
Diğer kitaplarınızı da anmadan geçmek olmaz. Adları Saklıdır ve Karanfil Mevsimi’nde meseleniz neydi?
Adları Saklıdır kitabı, kendi kişisel tarihimin bir dönemine dair çok içten ve içeriden bakan bir kitaptı ve aslında kişisel görünse de toplumsal bir yaraya dokunuyordu. Belki bu yüzden sessiz sedasız okuyucuda karşılık buldu ve beş baskı yaptı. Beş baskı yaptığını ben de çok tesadüfen öğrendim. Komik belki ama buydu durum. Karanfil Mevsimi ise kenarda, kıyıda, köşelerde kalmış bazı şiirlerimin ve yine bazı yazılarımın bir araya gelmesinden oluşuyordu. Sansür, yasaklar ve anlaşılır korkular nedeniyle bir çok yazının dijital ortamda silindiği, sitelerin kapatıldığı bir yerde, yazıların bir kısmını kitaplaştırarak arşivleme duygusu Karanfil Mevsimi’ni yarattı.
Peki gazeteci kimliğinizle ilgili de konuşmak istiyorum biraz. Çalıştığınız gazetelerin ve devlet şiddeti ile bu şiddetin kurbanlarını konu alan köşe yazılarınızın edebiyatınızı beslediğini düşünüyor musunuz ve nasıl bir yerden?
Yazma eylemi çok politiktir bence ve hayata, yaşananlara dair bir şeyler yazmaya, ifade etmeye başladığınız anda onun sorumluluğunu da alıyorsunuz demektir. Hakikate dair kurduğunuz cümlelerin samimiyeti ve içtenliği elbette kıymetlidir ama asıl olan onun sorumluluğunu taşıyabilmektir diye düşünüyorum. Eğer onun sorumluluğunu taşımıyorsanız, başkalaşıyor ve eleştirdiğiniz her şeyle benzeşiyorsunuzdur. Türkiye bu benzeşme halinin en somut örnekleriyle dolu. Kıymet verip okuduğunuz, dinlediğiniz, fikirlerini beğendiğiniz insanların, gücü elinde tutan kesimlerle kurduğu ilişkiler ve hızla onlarla benzeşerek bir canavara dönüşmesi sanırım bize bu sorumluluk ile ilgili bağı çok net tarif ediyordur.
Hemhal olduğunuz sorunlar, dertler, aynı zamanda yazım dünyanızın da parçası oluyor. Etkilendiğiniz şey, sizin ağrınız olur. Ağrınız artık hissettiğiniz derdinizdir. Bu dert, bütün edebiyat dünyasının aynı zamanda sancısıdır. Bu sancıyı, derdi dönüştürme, ortaklaştırma ve dile getirme çabası da yazmaya ve onun edebiyatını, müziğini, tiyatrosunu yapmaya yönlendiriyor. Hemhal olduğunuz, bir başkasının derdini dert ettiğiniz anda sesleri farklı duymaya başlıyorsunuz. Kelimeler, cümleler bir başka dizilmeye başlıyor aklınızın içinde. Bilinciniz vicdanınız oluyor ve o vicdan da sorumluluğunuz.
Son olarak da siyasi duruşunuza dayanarak, siyaset edebiyatın neresinde diye sormak istiyorum. Ya da tam tersini. Ben edebiyat siyasete sirayet etmeli diye düşünüyorum şahsen. İç içe geçseler bugün daha sağlıklı bir yapı olurdu sanki?
Aslında bir önceki sorunuza verdiğim cevap, bu sorunuzu da kapsıyor. Okuduğumuz her eserin içinde politika vardır. Politika yapmak için değil, hayatın kendisi zaten çok politik olduğundan. Sadece onu yapma biçimimiz değişiyor diye düşünüyorum. Yaptığınız işe politik bir misyon biçmeseniz bile, bir mesaj vereyim diye düşünmeseniz dahi, mutlaka yazının, eserin kıvrımlarında okuyucu, kendince bir sonuç çıkaracak ve düşünsel anlamda bir yere oturtacaktır. Okuyucunun çıkardığı anlamlar, kitabın sonuç bölümüdür. Kendinizin koyduğu sonucu, okuyucu bir son nokta olarak görmez. O kendi çıkardığı sonucu yazacaktır ve belki de, yazdığınızı asıl zengin kılan, derinleştiren, politikleştiren ve hatta sizi bile şaşırtan şey budur.