Merhaba güzellerim. Artık Türkiye adına mühim bir konuyu aydınlatmanın tarihsel bir ödev olduğu konusunda kendimi iknâ etmiş bulunmaktayım. Çekilen sancının, sancı kaynağının tanımlanamamasıyla alâkalı olduğunun bilincinde bir yurttaş olarak, bu mühim ödevi yerine getirmenin keyfiyle, bu yazıyı bitirdikten sonra dağlara, dağlara ve dağlara koşacağım. Lâfı dolandırıp sancınıza emanet bedenlerinizi daha fazla yormanın âlemi yok, öyleyse şöyle bir girizgâh yapıp, argümanı yeğin biçimde ortaya koyayım: Tayyip Bey koyu bir existansiyalist, sıkı bir nihilist ve dil felsefesine gönül vermiş minnoş bir yapısökümcüdür. Tabiî böyle söyleyince kulağa pek de anlamlı gelmiyor, ama tahmin edersiniz ki söylem ve örnek gruplarım oldukça sağlam temellere dayanıyor. O hâlde başlayalım:
a-) Son dönemlerde Tayyip Bey’in favori söylemlerinden birisi olan “Yalan söylüyorsun, yalan!” sözünden başlayalım. Örneğin; “Ey Kılıçdaroğlu! Yalan söylüyorsun, yalan!” ya da “Ey Avrupa, samimi değilsin!” söylemlerinde, Tayyip Bey’in Nietzscheci dil felsefesine atıf yaptığı açıktır. Nietzsche’nin dil konusundaki yorumu, özce, onun bir kurmaca olduğu, hatta biraz daha açık ve ileri giden bir ifadeyle; dilin yalan üzerine varılan bir uzlaşma olduğudur. Dolayısıyla Tayyip Bey demek istemektedir ki, Ey Kılıçdaroğlu, kullandığın dil aslında yalan üzerine kurulan bir uzlaşmanın ürünü. Evet, bu pek tabiî felsefe tarihi açısından saygın bir yorumdur. Lacan’a burada bir atıf yapacak olursak, şöyle demektedir: Daima doğruyu söylerim, ama doğrunun tamamını değil. Kimse söyleyemez doğrunun tamamını. Evet, dil-gerçeklik arasındaki bağ her zaman kurulmayabilir. Hatta belki de hermeneutik ifadeyle bu hiçbir zaman mümkün değildir.
b-) Tayyip Bey’in tüm zamanları için en popüler söylemlerinden birisi “Ya sen kimsin ya!” cümlesini kimileri bir nefret söylemi, kimileri mahalle ağzı olarak tanımlayabilir. Lâkin durum yine öyle değildir. Aslında Tayyip Bey, “ya sen kimsin ya!” diye seslendiği kişiyi, Sartrecı bir hassasiyetle “Söyle bakalım, kendini oluşturduğun şey misin, nesin sen, nasıl kuruyorsun kendini?” diye existansiyalist bir sorguya davet ediyordur. (Bu arada Sartre olsa eminim evet derdi.) Daha derinde duran şey ise, bu söylemin ‘ben’ kavramını tartışmaya açmasıdır. Nedir ‘ben’? Descartes’tan bu yana tartışmalı olan bu kavramı, güncel bir konu hâline getiren Tayyip Bey’i anlamak bu kadar zor olmamalıdır.
c-) Ve oldukça kritik bir söylem daha güzellerim: “Göklerden gelen bir karar vardır!” Şimdi sevgililerim, hanginiz bunun Dostoyevskist bir söylem olmadığını iddia edebilir? Bu iddianızın bir safsatadan öteye geçemeyeceğini size hatırlatmayı önemserim. Cümledeki ‘karar’ sözcüğünün üstü kapalı şekilde ‘ekmek’i işaret ettiği artık kendinden açık-seçiktir. Ve göklerin ekmeği mevzusuna vurgu yapan Tayyip Bey ile alay etmenin cehâleti de size yetecektir!
d-) Ve son olarak cancağızlarım: “Ya biz bu millete âşığız ya!” cümlesindeki varoluşçu damarı fark etmeyeniniz yoktur herhalde. Bahsi geçen millet, tam olarak Heidegger’in Dasein’ıdır. Yani cümleyi şu şekilde okumlamalıyız: Ya biz bu Dasein’a âşığız ya! Dasein da size Tayyip Bey, Dasein da size. Teşekkürler, teşekkürler.