“Zamanı gelince olur, vakti tamamlanınca geçer, sabredersen değer; ama evvelâ kısmet, evvelâ kader!” diyerek başlıyorum ki üzerinde uzun zamandır çalıştığım bu yazının başlangıcı bir yana, kalemini yıllardır okuduğum ve âdeta onunla büyüdüğüm Sevgili Nazan Bekiroğlu’nun en sevdiğim sözünü sizlerle paylaşmaktan onur duyuyorum…
Bismillah ve de destur.
Az sonra okumaya başlayacağınız yazı Sevgili Nazan Bekiroğlu’na Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 2003 Deneme Ödülü kazandıran harikulade bir eserin naçizane yorumlamasıdır…
Cümle kapısı.
İlk bölüm, açık ve sade… İlkin Şems ile Mevlana. Hani bilinir Şems ki Mevlana’yı Mevlana yapandır. Güneştir. Bu ne kadar içli bir kelam değil mi? Ardından öyle günler gelecek ki… Tarihi hem başlatan hem ikiye bölen İsa –“putlaştırılan İsa bu yazının sınırları dışında” diyor yazar- başlangıçta ilgiyle daha sonra tepkiyle Son Akşam Yemeği’ne oturacak. On üç kişi… On üçüncü ihanetçi. İhanet İsa’nın yazgısı… Sonra, gemilerin geçtiği umman… Ne kadar çok hatıra ve insan… Şüphe yok insan her yerde büyük duygular yaşayabilir. “Edip Cansever’in Yerçekimli Karanfil’i gibi biteviye büyüyen bir sevgiyle…” Ne de olsa biz sonsuzlukta bir nokta değil miyiz? Renksiz, ruhsuz, kimsesiz…
İkinci bölüm Zindan Risalesi adı gibi uzun, karanlık, derin. Suç varsa ceza da var. Ceza varsa hapis var. Yani iyi varsa kötü var, güzel varsa çirkin var. Kavramların zıtlığı, çokluğu, varlığı… Batı ve Doğu…
Pek çok şeyi yakından ve yeni bir gözle görmek isteyen Bacon; Yer’in sabit olmadığı gibi söylenmemiş şeyleri söylemeye meyilli Galileo Galilei; Robinson Cruose başyapıtıyla Daniel Defoe; cesur düşünceleriyle Diderot; Emile’siyle Rousseau; hicivleriyle Voltaire; “Zindandayım, nemli bir karanlıkta” diyen Puşkin; sıradan bir insanı tüketecek ne varsa sahipliğini yapan Dostoyevski; İbn-i Sina, İbn-i Haldun… “Tanrı’nın bulunmadığı yer” ilan edilen zindan kasvetli, karanlık, sabit kalan tek şey sevgili Okur… Sultanahmet Cezaevi, Rumelihisarı, Ağakapısı zindanı, Genç Osman’ın bir gecelik mahpusluğuna ardından şehadetine tanık Yedikule… Daha fazla hürriyet uğruna Vatan yahut Silistre diyen Namık Kemal; mahpusluğunda asla ümitsizliğe yeri olmayan “düşmana inat bir gün fazla yaşamak” ile dolu Nazım Hikmet; Sinop Cezaevi duvarlarına “deniz gibidir gökyüzü, aldırma gönül aldırma” yazan Sabahattin Ali; hasretinden prangalar eskiten Ahmet Arif… Ve daha nicesiyle, zindan mahkûmu…
Üçüncü bölüm Sevgilim İhanet… Hatırlayalım İsa’nın Son Akşam Yemeği’ni, Sezar’ın Brütüs’ünü, Kanuni’yi, Hürrem’i hatta Eylül de Suat ve Necibi, Aşk-ı Memnu da Bihter’i. Ya dilin ihaneti Sevgili Okur? “Ağlarım anlatamam hissederim söyleyemem” demiyor mu Akif, Orhan Veli “Anlatamıyorum”, “Anlaşılmaktan ziyade duyulmak” istemiyor mu Haşim… Hafızanın, bedenin ihaneti, kendimize ihanetimiz? Korkunç. Yaşamın son yolunda intihar öyküleri… Zehir içenlerin en ünlüsü Sokrates ki “intihara mahkûm” ediliş az kişiye yakışır değil mi? Bir tabancanın namlusuna sarılır Van Gogh, Stephan Zweig ölümüne bir arkadaş ararken hayat arkadaşı eşlik eder intiharına… Kafka ölmek için yazar, şair şiirinde ölür, intihara en meraklılar ise roman kahramanları; Anna Karenina, Madam Bovary, Sergüzeşt’in Dilber’i, Mai ve Siyah’ın Ahmet Cemil’i… “Sonlar romanlara mahsus” biliriz, biliriz…
Dördüncü bölüm İç Dökümü, yazardan… Çünkü “Cümle Kapısı: Kalbin Kapısı”. Çünkü cümle kapısından sonrası kader!
- Nazan Bekiroğlu – Cümle Kapısı
- Timaş Yayınları – Deneme
- 230 Sayfa