Yaşadığım bu şehrin her zaman sürprizlerine inanırım. O ara sokakların birinde yeniden gücünü konuşturan hayat, Deniz Poyraz‘ın yazmak için gösterdiği emeği misliyle bize yansıtan ve içimizde bir sahne kurup her öyküsünü yaşatabilen Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler kitabını İletişim Yayınları‘ndan çıkartmış ve yollarımıza karıştırmıştı adeta. Neden bir ara sokakta ona rastladığımı kitabı bitirdiğim o akşam anlayacaktım. Çünkü kitap eskilerin sokak aralarında büyütmüştü kendisini. Bir tarafında mahalle kahvesi, bir diğer tarafında ise hiçbir insanı unutmayan, kesinlikle fotokopi makinesinin bulunmasına yardımcı olduğunu düşündüğüm, mahalle bakkalı bulunuyor. Bu bakkalları hatırlarsınız. Şimdilerde o hiçbir yerde bulamadığımız sakızlar, buzlu dondurmalar, patlayan şekerler hep oralarda yaşardı. Kitapta onların bahsi geçmiyor ama benim içimde kurulan o sahnede, figüran olarak oynadıklarını söyleyebilirim.
Bu kitapta hepimiz aynı cümleleri okuyacağız fakat hiç birimiz aynı olayları düşünemeyeceğiz. Ben kendi düşüncelerimden sonra birkaç başka düşünce okudum ve hatta arkadaşlarıma altını çizdiğim cümleleri okuyup bana zihinlerinin içindekilerini anlatmalarını istedim. Bu deneylerimin üzerine söylemek istediğim tek bir şey var. Kesinlikle denemelisiniz. Çocukluğa dönmek için yaşanılan mahalleleri ve Deniz Poyraz’ın kitabının karakterleri çok işinize yarayacaktır.
Kitap içerisinde kimsenin konuşmadığı ama analizde kullandığım ilk sorudan başlamak istiyorum cümlelerime. Pul biber yangını öyküsünde yer alan bir cümle:
“Kimse kimsenin ne olduğuna bakmaz gerçekte. Herkes kafasındaki ilişkiyi yaşar.”
Sizce de öyle mi olur? Bir pul biber nereden yangına başlar, aslında hissedilen o acı dilden mi gelir yoksa bir insan sevince mi pul biberin acısını hissetmeye başlar? Bu soruların cevaplarını kendinizde bulacaksınız. Yol göstericiniz ise öykünün kahramanı Adanalı delikanlı. İnsan sevince, üzülünce, deliler gibi kızınca illa süslü cümlelere ihtiyaç duymazmış. Adanalı delikanlımız böyle çağırınca gelir ve size şöyle bir cümle kurabilir:
“Yanımdan ardı ardına iki zenci, bir Suriyeli dilenci, bir polis arabası; zihnimden sinir harpleri, nöbetler, cinnetler geçti.”
Dikkatimi çeken bir diğer ince ayrıntı ise her öyküsünün açılışını bir yazarın cümlesiyle başlatıyor olması. O cümle tüm hikâyenin bir ana fikri olmak yerine bence bir yarasıdır. Hani insan bir şekilde kendini kötü hisseder, tüm vücudu parça parça dökülüp ayaklarının dibine yığılacak zanneder fakat aslında o tüm vücudu bu hale sokan tek bir yara veyahut ağrıdır ya hani… İşte o eşik, öykü başında sizi karşılıyor ve ayakkabılarınızı çıkarmanızı istiyor. Zira içeride çok eskilerden gelenler var, saygıda kusur etmemek gerekir.
Keşke duygularımı anlatacak bir kelime bulunabilse ve ben burada eskilerin köylerde birbirlerine sıkça kullandığı cümlelerin günümüzde yer aldığı anlarda hissettiğim duyguyu
kolayca anlatabilsem. Uzunca bir süre sandıkta kalmış çeyizlik, işlemeli havluların oksijenle buluştuğunda yarattığı o kokuyu duyumsuyorum. Öykülerde eskiden yaptığımız yer yataklarını serip uyuyanların yanına kıvrılmak istiyorum. Yan yana olan ve aynı bahçeye açılan evlere gitmek istiyorum yeniden.
Ben bunları yazarken yara öyküsünde bana cevap veriyor ilk cümleler:
“Mahallenin havasından mı yoksa şebeke suyundan mıdır, kim gelse eski huyunu bi kenara bırakıyo, bikaç aya kalmadan kendini uyduruyo buraya. Ya da biz yeni gelenlere uyup eski âdetleri unutuyoz da ruhumuz duymuyo. Sen de alışırsın, merak etme…”
Değişim zorunlu bir durum görüldüğü üzere. Kimse ben değişmem arkadaş, karakterim sağlamdır, geçmişimi de unutmam na burada yaşadım, na burada da büyüdüm, biz böyle gördük demesin. Biz böyle gördük, sonra gördüklerimizin üzerine örüldü gökdelenler. Hani oynadığımız sokaklar neredeler? Çayırlar bulabiliyor muyuz öyle uzun? Ben eskiden yeşillikler sonsuz zannederdim mesela. Büyüdüm ve gördüm ki çayırlar beton altında ölebiliyormuş da. İşte bu yeni dönem o eski zamanları kaldırabilecek kadar güçlü olmamaya ve evrilmeye başlıyor. İnsan yaşadıkça fark edemiyor, okudukça fark ediyor.
İşte bu yara öyküsünde Deniz Poyraz eski zamanları bana yaşatırken sevginin başka bir insanın gözünden nasıl gözüktüğünü de anlatıyor. Işıklı, bin çeşit kahvenin bulunduğu bir mekan değil mekanımız. Bir mahalle kahvesinde çayını, sade kahvesini içen genç bir kızın sabah yediği simidin ağzından düşen susamlarını yiyerek kızı öptüğünü düşünen bir adam yaşıyor bu öyküde. Bazı anlarda sevgisi boyut değiştiriyor ve sapkınlığa dönüşüyor. Soyutluktan çıkıp kalçalara, gömlek içerisinde merak edilenlere, bacaklara, ten rengine dönüşüveriyor. Şimdilerde de sevginin bu zannediliyor olması geçtiğimiz yolların eskiden çok da uzağa götürmediğini görüyorum. Kitabın içerisinde keskin ve anlaşılması insanda gözünün önünde patlayan bir bomba gibi net bir cevap veriyor. Fakat yine de bu öyküde zihnime yazdığım bir cümleyi iliştirmek istiyorum. İlk okuduğumda bir süre düşündüm ve böyle bir sevda olabilir mi dedim kendime. Biraz da siz düşünün diye bırakıyorum buraya:
“Benimki göz sevdası sade, karşıdan bakıp içlenmek. O kadar…”
Gözün sevdası gönülden uzakta mıdır? Bir susamı neredeyse öpecek olmak da başka bir sevdaya açılan yol mudur? Yoksa bu sevda değil midir? Sorular birbirini çoğaltacak güce sahip ve düşünmek bize yeni birini tanıştırabilir, hep içimizde yaşayan fakat henüz karşılaşmadığımız…
Beni çok etkileyen bir öyküsüne değinmek istiyorum. Solo. Bir yazara âşık olan ve onunla biraz daha yakın evrenlerde buluşabilmek için yazı yazmaya başlayan bir kadının sesinden anlatılan bu öykü, özellikle şu yönden ilgimi çekti: Kadın hayatında başkasının da bulunduğu bu adamı kabulleniyor ve bir yazar, kadının gözünden kıskançlığı anlatıyor. Sosyal medya hesaplarında bir kadın kaybolur ve bir gün o adama tek başına sahip olmak ister. Keşke hayatta her yol denize çıksa dediğim bu öyküde çok seven çok üzülür mü diye de sordum. Annem hep “ne istiyorsan bunu açıkça söyle, çünkü bazen evren istediği gibi algılayabilir,” der. Sevilmek mi, sahip olmak mı, kendisine zihinde bir yer bulmak ister insan? Kendisini hatırlaması, umursaması, ilgilenmesi için uğraşıp didinen bu kadın sonunda da sevilmediğine, sahip olamadığına üzülmez de, bir gün akla gelindiği için seviniyorsa eğer… Boşlukları doldurunuz.
Deniz Poyraz’ın; kilolu bir kızın, bu fiziki özelliği yüzünden sürekli yerildiği, bir işe girip para tutan elleri olmadıkça iyi bir muamele görmediğini anladığı, hep komşu kızıyla sanki dövüşeceklermiş gibi ringte karşı karşıya getirildiği, öğretmenine hayranlık beslediği, istediğini elde etmek için emek vermenin yarattığı karıncalanmış duyguyu anlattığı fındıklar altında öyküsü, delilik uçurumunun kıyısında dans ediyor.
Deniz Poyraz kitabında genel olarak ham gerçeklikleri kolunun altına sıkıştırmış da gelmiş. Hayatta her öykü güzel bitmez deyivermiş; sapkınlığı, cinselliği, kadınlığı, kusurları, açlığı, kanepede prova edilen taklaların uçurumlarda sahnelendiği iyi kalpleri, hırsızlığı, kapı önüne asmayı asla kabullenmediğimiz ve uyurken bile üstümüze geçirdiğimiz önyargılarımızı, aç karnına içilmek zorunda kalınan ilaçları, dedikodu yapan erkekleri (dedikodunun cinsiyetinin olmadığı kanıtlanmış olunuyor bu sayede) anlatmış hiçbir duvarda sektirmeden. Açıkça söyleyebilirim, gol olmuş. Bir aşk nasıl ilk öyküsünde maç skorları gibi değerlendirilmişse işte öyle olmuş gol. 1-0 diyelim. Deniz Poyraz yazdıkça yenilmekten keyif alacağımıza eminim bu öykülere.
“Babam nerede kaldı anne?” “Gelir kuzum benim, yoldadır, şimdi gelir.”
“Bu uzun bir yolculuk olacak.”
Uzun yolculuğunuzda kemerlerinizi takmayı unutmayın.
“Galiba
Uçu-
-yor-
-dum…”
Keyifli okumalar.